Medusa’ya iade-i itibar…


“Merhumu nasıl bilirdiniz?”

“Canavar. Vahşi. Kötücül.”

Halbuki, yılan saçlı, gözüne doğrudan bakanı taşa çeviren Medusa’nın, yaygınlıkla bilinenden farklı bir hikayesi olabilir mi? 

Fotoğrafı,  lisede Yerebatan Sarnıcı’na yaptığımız okul gezisinde çekmiştim. Biraz tost makinasıyla çekilmiş gibi ama olsun. (O zamanlar tek bir poz çeker ve tab edilene kadar iyi çıkmış olmasını dilemekten başka bir şey yapamazdık.) Korkulukların izin verdiği ölçüde, eğilebildiğimiz kadar eğilmiş, yılan saçlarını, alev gözlerini incelemiş, ‘ay ne korkunç kadın’ diye düşünmüş ve bir sütunun altında yan dönmüş olarak, koca sarnıcın yükünü taşımayı fazlasıyla hak ettiğini düşünmüştüm. Ne de olsa o çok çok kötü bir kadındı. 

Halbuki Medusa niye kötü olmuştu, bize HİÇ anlatılmadı. Biz, okuyup öğrenebilirdik ama onu da şöyle öğrenirdik: 

Medusa Tanrıça Athena’ya bağlılık yemini etmiş, tapınağında kendini onun hizmetine adamış, güzeller güzeli, bakanın bir daha dönüp baktığı bir ölümlüydü. Güzelliğiyle, herkesi olduğu gibi baş Tanrı Zeus’u cezbetmiş, baştan çıkarmıştı. Zeus, sonunda bir gün nefsine yenilip Medusa’ya Athena’nın tapınağında sahip oldu. Athena, bağlılık yemini etmiş hizmetkarının bu iffetsiz tavrından dolayı çok kızdı (ki bazı kaynaklar Zeus benim hakkımdı diye kıskançlık krizine girdiğini de söylüyor) ve lanetleyerek yılan saçlı, baktığını taşa çeviren bir canavara çevirdi. Medusa bu orantısız gücüyle etrafa dehşetler saçarken, yağız ve yiğit Perseus, Tanrıça Athena’nın verdiği kalkanı kullanıp, doğrudan gözüne değil de kalkandaki yansımasına bakarak Medusa’nın kafasını kesmeyi başardı.

Kusura bakmayın ama bu haliyle mitolojik hikaye, neresinden tutsan elinde kalıyor!

Birincisi, ona sahip olmak değil, tecavüz etmek denir! Öyle kelimeye “kravat taktırıp, takım elbise giydirip” iyi hal indirimi aldırmaya gerek yok!

Sonra sanki cezbolan değil cezbeden suçluymuş gibi bir hava yaratılmış. “O da o kısacık eteği giymeseymiş. O saatte orda ne işi varmış”ın mitolojik versiyonu. Koca baş tanrısın be utan, bu kadar pamuk ipliğinde bir nefsin mi var! 

Üçüncüsü bir kadın diğer kadını kıskanmış da, lanetlemiş de, çekememiş de sonra öldürmek istemiş de… Athena niye hem taşa döndürme gücü verip sonra bu güçten rahatsız olup öldürtmek istesin? En başta öldürürdü. Ama yoo, kadın kıskançtır, diğerini çekemez sübliminal mesajı ortama salınacak,  “kadın kadının kurdudur” kodu kafalara kazınacak. 

Google’a “Medusa” yazan birinin ilk bulacağı hikaye, bu “özenle” seçilmiş kelimelerle yazılmış,  kadını “baştan çıkaran” erkeği “mağdur”, kadını “kıskanç”, erkeği “yiğit” gösteren hali.  

Neyse ki feminizm hareketi var ve masalların, mitolojinin, tarihin, hatta dinin bu eril bakış açısını sorgulayan çalışmalar yürütüyorlar. 

Bu benim sıraladıklarımın yanında diyor ki feminist makaleler, “Ya Athena,  Medusa’ya taşa dönüştürme gücünü bir lanet olarak değil de kendini koruması için bir güç bir hediye olarak verdiyse? Ya “Bacım sana musallat oldular, taşa dönüştür de kurtul,” dediyse?

Ya kadın kadının kurdu değil, yurduysa?”

Baştaki sorumu tekrar sorayım:

“Merhumu nasıl bilirdiniz?”

“Çok hakkı yendi. Çoook.”

Hevesle Başlayıp Sonunu Getiremeyenler Kulübü Olağan Toplantısı


Bu “hikayelioyunu” Kasım 2018’de 8 günde 8 bölümde el birliğiyle tamamladık. Başını ben başladım ve her bölümü bir soru ile bitirdim. Hikaye, sorulara gelen cevaplara, yorumlara göre ilerledi. Burada 8 bölümü bir arada okuyacaksınız.

Hevesle Başlayıp Sonunu Getiremeyenler Kulübü başkanı elindeki çekici önündeki çana vurdu. Çıkan tiz “çın” sesiyle odadaki mırıltılar bir anda kesilivermişti. Boğazını temizleyip söze başladı: “Değerli arkadaşlar. Aylık, olağan toplantımızı açıyorum. Umarım her zaman yaptığımız gibi yapmaz, bu toplantımızı tamamlamayı başarırız. Hoş tamamlayamasak da…”dedi ve cümlesini öylece havada asılı bıraktı. Bu hiçbir üyeye garip gelmedi, bir şeyi yarım bırakmak hepsi için sıradan bir durumdu. 

Üyeler arasında, aldığı popüler kitabı kahve fincaınıyla fotoğraflayıp instagrama koyduğu sırada okuyor gibi yaptığı kısım dışında okumayanlardan tutun filme başlayıp uykusu geldiği için son on beş dakikayı göremeyenlere kadar, örgüye başlayıp bitiremeyenlerden bitmemiş kurslar koleksiyonu yapanlara ya da müzik aleti çalmaya niyetlenip üstüne bir dolu para sayıp aleti aldıktan sonra yüzüne bakmayanlara kadar, spora ya da diyete başlayıp başlayıp bırakanlardan kitap yazmaya niyetlenip ikinci bölüm ulaşamadan gazı kaçanlara ve hatta yarın Ege’ye yerleşmeye karar verip ertesi gün daha sonra diye cayanlara kadar envai çeşit “sonunu getirme özürlü” bulunuyordu. Tüzüklerine göre üyelerinin sicilinde en az bir tane başlanmış ama yarım bırakılmış bir iş ya da eylem olmalıydı. 60 yaşındaki başkan, adeta kronik bir “sonunu getiremeyen” olduğu için bulunduğu koltuğu fazlasıyla hak ediyordu. 

Sekreter söz aldı: “Başkanım, elimde bir akış var. Bu akışa göre gideceğiz, di mi?” diye sordu. Başkan dalgınca kafa salladı. Aslında sekreterin ne dediğini duymamıştı bile, o biraz sonra kuracağı cümleyi kafasında toparlıyordu. “Bugün online olarak sıra dışı bir başvuru aldık” diye söze başladı. Bir süre duraksadı. Herkes pür dikkat onu dinliyordu. “Başladığı işi bitirmeden gözüne asla uyku girmeyen adam üyemiz olmak istiyor” dedi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Sessizliği Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabına başlayıp üçüncü sayfasında pes eden avukatın sorusu bozdu: “Eee? Niye bize katılmak istiyormuş? Tüzüğümüze aykırı değil mi bu?” “Başvurusunda belirtmemiş” dedi başkan “ama tahminlerim var tabii. Zaten senin gibi bir avukat ne yapar ne eder onu bile üyeliğe kabul için tüzükte bir açık bulur.”

Başkalarının işlerine koşturmaktan kendi işine sıra geldiğinde vakti kalmayan akademisyen ağzının içinde geveledi: “Belki de tamamlamak için kastığı şeylerin artık o kadar emek harcamaya değmediğini düşünüyordur. Artık huzurla uyumak, kendi için yaşamak istiyordur…” Belli ki kurduğu bu cümlelerin asıl öznesi kendisiydi. . . .

Hiçbir festival filmini artık sonuna kadar seyretmeyen adam söze atıldı: “Bence yorulmuştur! Her şeyin sonunu getirmeye çalışmak çok yorucu. Bizim özgür dünyamızı görmek istemiştir. Eskiden ben de öyleydim, ordan biliyorum.” .

Pazartesi diyete başlayıp Çarşamba günü bozmayı huy edinmiş kadın dudak büktü: “Sence biz özgür müyüz? Hadi özgürü geçtim, mutlu muyuz?” Sandalyesinden taşan geniş kalçasını hareket ettirerek, daha rahat bir pozisyon bulmaya çalıştı. Beceremedi. Tatminsiz yüzü, hiç mutlu görünmüyordu. .

Odada bir uğultu yükseldi. Herkes hararetli bir şekilde mutlu olup olmadıklarını tartışmaya başlamıştı.

Başkan tekrar çana vurdu: “Böyle yaparsanız birbirimizi anlayamayız ki!” dedi kızgınca.

Sözü masanın en ucunda oturan dört kere aşık olmuş ama hiçbirine açılamamış adam aldı: “Şahsen ben mutlu değilim. Keşkeler, acabalar kafamda uçuşup duruyor. Kaç gece ‘Elbet bir gün kavuşacağız. Bu böyle yarım kalmayacak’ şarkısı eşliğinde ağlayarak uykuya daldığımı ben bile…. “dedi ve devam edemedi. Göz yaşlarına engel olamayınca herkesin içinde ağlamamak için sözünü yarım bırakmıştı. .

Hiçbir festival filmini artık sonuna kadar seyretmeyen adam aynı fikirde değildi.

Söylüyorum size, ben de onlardandım Kaç kitabı zerre haz etmeme rağmen sırf yazara saygısızlık olmasın diye kendime işkence ederek bitirdim. Kaç filmi aman emek verilmiş diye sıkıla boğula jeneriklerine kadar seyrettim. Sonrasını biliyorsunuz. Herkesin öcü gibi korktuğu o hastalık hayatımı değiştirdi. Hayatımın bana hediye edilen bu ikinci bölümünde kimse bana sıkıldığım, istemediğim bir şeyi yaptıramaz! Bence bu başvuran arkadaş da böyle bir dönemden geçiyor” dedi. *

Başladığı angora kazağı bitiremeyen kadın başıyla onayladı: “Evet, anahtar kelime istemek!” O da kocasından yıllarca şiddet görmüş, yıllarca istemediği bir adamın istemeye istemeye çamaşırını yıkamış, ona yemek pişirmiş, koynuna girip istemediği şeyler yapmasına izin vermişti. Sonra bir gün, televizyonda sabah kuşağında izlediği bir programda başka bir hayatın mümkün olduğunu görmesiyle hayatı değişivermişti. Bu programı izledikten tam on gün sonra, kocası oturma odasındaki kahverengi kadife çekyatın üzerinde sızıp kalmışken, gözündeki morluk ve kafasındaki şişle birlikte yanına sadece bir market poşetine sığdırdığı üç beş parça giyecek alarak bu hayatı geride bırakmak üzere özgürlüğe doğru adımını atmıştı. Bundan sonra hiç kimse ona “istemediği” bir şeyi yaptıramazdı. *

En büyük hobisi felsefe kitaplarına başlamak olan ancak hiçbirinin son sayfasını göremeyen genç söz istedi: “Aslında mutlu olduğumuzu söyleyenler de, mutsuz olduğumuzu söyleyenler de haklı” dedi. Belli ki sonunu getirmemiş olsa da, felsefe kitaplarının okuduğu kadarı işe yaramıştı. “Şair demiş ya ‘Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim. Öfkem yaşamadıklarıma’ diye. Yaşamak isteyip de yarım kaldıklarımız mutsuzluklarımız. Yaşamak istemeyip bilinçli sona erdirdiklerimiz ise mutluluklarımız.” Bir süre konuşmasına ara verip, tek tek odadaki herkesin kendisini dinleyip dinlemediğine baktı. Dinlediklerinden emin olunca devam etti: “Ben aslında konuya pragmatist bir bakış açısıyla yaklaşıyorum” dedi “Her yarım kalan sana bir şey katıp çekilen aslında! Eğer o işten alacağın bitmişse, o iş yarım kalmamıştır ki. Senin için bitmiştir. Boş ver toplumun, onun bunun ne düşündüğünü, sen bitti demişsen bitmiştir. Yani biz hepimiz aslında gerektiğinde bitirme cesareti gösterebilenleriz!” .

Bardağın dibinde her zaman 2 parmak çay bırakan kadın söz aldı: “Haklısın aslında,” dedi. “Ben bir film seyretmiştim, adı Dingin Savaşçı. Altın madalya peşinde koşarken sakatlanan bir jimnastikçinin öyküsü. Bir sahnesinde hocası olan adam bunu bak sana ne göstereceğim deyip bunu dağ tepe saatlerce tırmandırıyor. Yol boyunca çok güzel manzaralar görüyorlar, dere şırıltıları dinliyorlar, çiçekler kokluyorlar, sohbet ediyorlar. Tepeye varınca Eee, diyor jimnastikçi genç, ne gösterecektin? İhtiyar hoca yerden alelade bir taş alıyor ve gence uzatıyor; İşte bunu, diyor. Genç hayal kırıklığı yaşıyor, bütün yolu bunun için mi çıkardın, diye kızıyor. Hoca bu kez yolda eğlenmedin mi, diye soruyor. Evet eğlendim ama diye söze başlayan gencin sözünü kesiyor hoca ve şu vurucu cümleyi söylüyor: ‘O peşinden helak olduğun altın madalyanın aslında bu taştan bir farkı yok. O yüzden, oraya giden yolda keyif almaya bak.’ Benim sanırım başladığım her iş için pusulam bu. Keyif almamaya başladığım noktada bırakıyorum. Ya da işte ondan alacağımın bittiği noktada.” .

Pazartesi diyete başlayıp Çarşamba günü bozmayı huy edinmiş kadın düşünceliydi. Belli ki konuşulanları kendi durumuyla bağdaştırmaya çalışıyordu. O canım yemekleri yememekten nasıl keyif alabilirdi ki? İçinden, “Bilerek yarım bıraksak adımız sonunu getiremeyenler değil, getirmeyenler olurdu,” diye geçirdi. * “Bayanlar baylaaaar,” diyen başkanın sesi duyuldu, “Asıl konuya gelelim mi? Başladığı işi bitirmeden gözüne asla uyku girmeyen adamı üyeliğe kabul edecek miyiz?” *

En büyük hobisi felsefe kitaplarına başlamak olan ancak hiçbirinin son sayfasını göremeyen genç “Arayıp kendisiyle konuşalım. Derdi neymiş kendisinden öğrenelim” diye önerdi. Üyeler de başkan da bu fikri onayladılar.

Sekreter başvuru formundan telefon numarasını bulup çevirdi, sonra başkana uzattı. Başkan herkesin duyabilmesi için hoparlörü açtı. Birkaç sinyal sesinin ardından, “Efendim?” diyen genç ve dinamik bir ses duyuldu. 

“Sonunu Getiremeyenler Kulübünden arıyorum,” dedi başkan, “Bize bir başvurunuz var”

“Aa evet,” dedi Başladığı işi bitirmeden gözüne asla uyku girmeyen adam, “Kusura bakmayın. Başka bir derneği ararken sayfanıza yanlışlıkla girmişim. Oraya başvurduğumu sanıp formu doldurmaya başladım. Fark ettiğimdeyse başlamış olduğum için bitirmem gerekti. Malum yoksa gözüme uyku girmiyor.”

Odada gülüşmeler oldu. Başkan şöyle bir gözlerini devirdi, sonra sertçe susun der gibi etrafa bakınıp adamla konuşmayı sürdürdü: “Basit bir yanlışlık yani. Kulübümüze katılmak filan istemiyorsunuz?”

“Yok yok, istemiyorum. Gerçi…” dedi ve bir süre devam edip etmemekte tereddüt etti. . .

“Evet?” .

“Şey ben aslında iş bitirme koçuyum. Kulübünüzde benden koçluk almak isteyen arkadaşlara numaramı iletirseniz sevinirim!” .

Ay ben Sufistmişim! Ya da Sofist mi yoksa?!?


Salondaki masa etrafında toplaşıp aynı anda kimi toplantı yapan, kimi rapor hazırlayan, kimi de okul dersini takip edenler onlayn mıııı? 
 
Geçen gün biz o şekildik. Ela felsefe dersinde, ben bilgisayar başında bir şeyler yazıyorum. İster istemez anlatılanları duyuyorum. Hoca soruyor: “Gerçek hakkında Septikler ne diyor?” 
Bir öğrenci cevap veriyor: “Şüpheli yaklaşıyor” 
“Realisitler ne diyor? 
“Gerçeğe bilimle ulaşılır” 
“Pragmatistler?” 
“Bir şey faydalı olduğu kadar gerçektir.  
“Sufistler?” 
“Gerçeği sorgular!” 
“Hepsi gerçeği sorgular. Sufistlere göre gerçek nedir?” 
“Görelidir.” 
“Evet görelidir. Tek bir doğru yoktur. Kişiye, zamana, duruma göre değişir.” 
 
Bu noktada kulakları diktim. “Aaa aynı ben,” dedim.  
 
Ela bana masanın diğer ucundan anlamsız gözlerle baktı.  
 
“Ya sen bana soruyorsun ya ‘Çay mı kahve mi, birini seç’ diye ben de sana ‘İkisinin de yeri ayrı. Bazen çay bazen kahve’ diyorum.” 
“Eeee?” 
“Sonra bazen bir şey anlatıyorsun. Şöyleyse şudur, böyleyse budur diyorum. Ama şudur diye kesin bir şey söylemiyorum. Nasreddin Hoca misali herkese ‘sen de haklısın’ diyorum.” 
“….” 
“Yani ben Sufistmişim! Hem bak memleketim Konya ile de ucundan alakalı.” 
“Anne yalnız o Sufist değil! Sofist. Sofistikedeki gibi!”  
 
Yaaa. Bu yaşımda Sofist öğrendim. Aslında lisede okuduk da o derste içim mi geçti acaba? Buna dair hiçbir kayıt yok hafızamda. Neyse bilmemek değil, öğrenmemek ayıp. Sonra açtım okudum tabii, ne menem bir şeyim bilmek lazım.  
 
Felsefenin ağır topları Sokrates, Platon ve Aristo pek sevmezmiş bizleri. (Bizleri?!?)  
 
Belki biraz kaypak buluyorlardı, “sen de haklısın” diyerek herkese mavi boncuk dağıttıklarını düşünüyorlardı kim bilir? Esas, Sofistler bilgiyi para karşılığı sunmaya başlamışlar, ona ifrit olmuşlar. ‘Biz yıllardır dirsek çürüttük gelip parsayı bunlar topluyor,’ demişlerdir.  Sonuçta otoritelerini sarsan yeniyetme tipler… Gerçi “ Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” diyen birinin “gerçeğin değişken olduğunu” söyleyenlere, ‘Durun ya sizin söylediğinizde de haklılık payı var’ demesini beklerdim ben şahsen. Ama ataerkil dünyada böyle olmuyor işler. 

Ayrıca Sokrates bunlara burun kıvırdı da n’oldu? Sonunda o da düşüncelerinden ötürü ölüme mahkum edildi. Bari iki kuruş kenara ataydın, arkandan çoluk çocuk rahat ederdi. 

Sofistlerin temel söylemlerinde ise kendimi buldum: “Doğru görecelidir!” Etrafımızı duyularımızla algılarız ve bu da kişiden kişiye değişir. Örnek; rüzgar bana göre soğuk, sana göre normal olabilir. Biber benim kulaklarımdan alevler çıkarıp gözümden yaş getirirken, sana göre ‘koy yav koy elini korkak alıştırma’ olabilir…  

Küçük bir çocukken bile kararlı, kesin, kati konuşanlara hayretle bakardım. Nasıl bu kadar netler diye. Çünkü hayatta hep olaylar ve durumlar vardır. Masum dizisini de bu yüzden mi sevdim acaba?  Önermesi: “Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir,” idi. Ne doğru. Gerekli şartlar oluştuğunda herkes o çok kınadığı, o çok yanlış bulduğu şeyi yapma potansiyeline sahip. Misal ben bir Sofist olarak ahval ve şerait gerektirirse, feminist de olurum, oportunist de…  

Zaten bu “izm”ler ne saçma… Ölümüne takım tutmak, parti desteklemek, insanları ilahlaştırmak da ne saçma. Sonra o holiganlar, o takımı, o partiyi, o kişiyi ilk farklı düşüncesinde tu kaka ilan ediyorlar. Canikom, yüzde yüz aynı fikirde olsan, zaten “o” olurdun. Aynılar ordusu olarak gelişebilir mi insan? 

Bu durumda “Meğer ben sofistmişim” aydınlanmam da kendi kendini imha ediyor… Ben neyim yaaa?😢

🎶Sofist değilim olabilirim, olabilirim olabiliiiiim 
Yüzde elli sevebiliriiiim, sevebilirim sevebilirim… 🎶

Dilim şişmiş anacım; çek ordan bol aksilikli bi anı…


Instagrama yazdığım şeyleri, daha rahat okunması için buraya da koyayım dedim. Sığmayınca yorumlara taşmalar falan, ağız tadıyla okuyamıyorum insan…

Sene 1993, üniversitede ikinci yılım. Değişim Programı ile Kanada’ya gitmeye hak kazanmışım; Hamburg aktarmalı Toronto’ya uçacağım. Tek başıma. Bundan önce sadece 1 kez, o da kapı komşusu Atina’ya üstelik tecrübeli birinin refakatinde uçmuşum. Yani toylar dünyasında beyaz bir sayfayım. Tüm aksilikleri paratoner gibi çekebilecek, bembeyaz lekesiz bir sayfa… 

Öyle de oldu zaten. O yolculukta başıma gelebilecek her şey kombo halinde beni buldu. Hamburg’a kadar uçuşta annemler “uçakta aç” diye bir mektup verdiler. E ben de uçakta açtım. Yalnız nasıl damar bir mektup, sanki son görüşmemiz! Başladım ağlamaya. Yol boyu salyalar sümüklere karıştı. Ne o max 2 ay gezmeye gidiyorum. Neyse öyle böyle şiş gözlerle Hamburg’a vardık.   

Hamburg’da havaalanında bomba ihbarı vardı. Tüm eşyalarımız didik didik arandı. Kanada’da yanında kalacağım aileye götüreceğim hediye, gümüş kakmalı ayna,  metal olması dolayısıyla epey bir tansiyon yarattı. Ben hiç bu kadar yoğun kullanmam gerekmeyen ürkek ve fakat gramer olarak mükemmel İngilizce’mle – Cem Yılmaz’ın şu bahsettiği “I shan’t”li “would rather”lı cümlelerden-  kderdimi anlattım.Tam kontrolleri geçtim ki, uçuşumun başka bir terminale alındığını öğrendim. Hamburg havalimanının büyüklüğü hakkında bir fikriniz var mı? Çok büyük. Belki de Ortadoğu ve Balkanların en büyüğü. Ne akla hizmetse tekerleksiz, omza asmalı bavulumla A terminalinden C terminaline seyirttim. Bağlantı süresi de epey kısaydı ve bence o gün kayıtlara geçmeyen bir dünya rekoru kırmış olabilirim. Meğer, sonraki seyahatlerimde gördüm ki, terminaller arası metro ya da otobüs gibi bağlantı araçları varmış! 

Neyse check in yapıldı, bavulu teslim ettim ve koltuğuma kuruldum. Bu sefer ağlamıyorum. Zaten ağlayacak halim kalmamış. Yanımda konuşkan bir kadın. Benimle muhabbet etmeye çalışıyor ben de kısa kısa cevaplar veriyorum. Meğer kadın konuşkan değil gerginmiş. Kalkıyoruz, boynuma sarıldı resmen, kafasını da omzumla koltuğun arasına soktu. Ben nasıl davranacağımı bilemiyorum. Böyle kazık yutmuş gibi duruyorum. Herkes bize bakıyor gibi hissediyorum. Utanıyorum.  

Kalkıştan sonra kadın biraz daha sakinledi. Uçak boşça olduğu, daha da epey yolumuz olduğu için ben kalkıp o boş yerlerden birine geçtim. Kadından da kurtuldum. Çay kahve servisi başladı. Dedim bir çay keyfi yapayım.  Bir yudum almamıştım ki çayı üstüme komple boca ettim. Sen misin fesat fesat şeyler düşünen?  

Olsun sorun değil, sırt çantamda 1 set yedeğim var. Çok hazırlıklıyım. Hemen tuvalete gittim temiz ve kuruları giydim. Yeni yerime geri kuruldum. Hostes bir çay daha getirdi. Ve hooop onu da üstüme boca ettim. Ühü ühüüüü….İnsan aynı yerden ikinci kez vurulur mu? Bu sefer yedeğim de yok. Peçeteyle nemini aldım. Çayın sıcak ıslaklığı biraz sonra klimanın da etkisiyle buz gibi oldu. Öyle ıslak, çaresiz, sıçan gibi oturdum. Battaniye istenebileceğini de bilmiyorum ki “If you would be kind enough to hand me a blanket, please?” filan diyeyim. Bilsem de söyleyemem zaten çok çekingenim.  

Bitti sanıyorsanız, bitmedi. Öyle böyle Toronto’ya vardık.  Kalabalıkla birlikte bagaj teslime aktım. Bavulunu alan gitti, bavulunu alan gitti. Bir süre boş boş dönmeye devam eden bagaj bandına umutla bakmaya devam ettim. Gelmeyeceğine ikna olunca, bir görevli buldum. “I presume”la başlayan havalı bir cümleyle bavulumun kaybolduğunu anlattım. Form doldurduk.  

Minik sırt çantamla kollarımı sallaya sallaya yolcularını bekleyen insanların durduğu kısma yürüdüm. Elinde adımı tutan karı koca ve 2 sarı kafanın yanına gittim. Çantam olmamasına şaşırdılar tabii. Ama onlara da havalı birkaç cümleyle durumu anlattım. Üstümdeki çay lekeli tişört eşofman ile çantamdaki nemli tişört pantolondan gayrı 1 pijamam, 1 iç çamaşırı yedeğim vardı. Olsundu.  

Aile Toronto yakınlarında, Hanover diye bir kasabada yaşıyordu. Eve gidince, ailenin annesi bana büyük gelen kendi kıyafetlerinden verdi. Banyoya girdim, duş alacağım. Ama nasıl? Duş yok ki? Sadece küvet. Doldurup içine girip çıkıyorlarmış. Şöyle kafandan vücudundan su akıtabileceğin bir düzenek yok. Banyoda kova gibi bir şey vardı. Hey hey. Türk’ün pratik aklının üstesinden gelemeyeceği şey var mı? Güzelce su doldurdum doldurdum, kafamdan aşağı boşalttım.  İşte bütün o yaşadığım talihsizlikleri, uğursuzlukları üzerimdem yıkayıp atıyordum. Tabii birkaç gün sonra o kovanın içinde evin minik sarı kafalılarının çişli şortlarının durduğunu gördüğümde içim bir hoş olmadı değil! Meğer bedenimden akıp giden talihsizliklerin yerini yenileri alıyormuş. 

Ertesi gün annenin kıyafetleri üzerimde, Hanover’in hipermarketine  gidip bavuluma kavuşana kadar idare edebilecek bir şeyler aldık. Bavulum ise tam 1 hafta sonra geldi. Ve ben o ilk 1 hafta boyunca, Türkiye’de hala fes giyip deve üzerinde dolaştığımızı zanneden bir topluluğa karşı ülkemi o market kıyafetleriyle temsil ettim.  

İşte Banu’nun kitabını okurken o günlere gittim. Bu yüzen benim için daha kıymetli geldi. Gerçi Banu benden daha katmerlilerini yaşamış. Ben en azından hapse girme tehlikesi yaşamadım. Aaa bak o da İtalya’da oluyordu neredeyse! Onu da başka zaman anlatırım.  

Eğer göç etmeyi düşünenlerdenseniz, bir bakış açısı olarak Banu’nun göçmenlik maceralarını anlattığı “Gitmek de Kalmak da Zor Geldiğinde” kitabını tavsiye ederim. Biraz güler, biraz hüzünlenir ve kesinlikle Kanada’da yaşamak hakkında en filtresiz ve süssüz şekilde bilgilenirsiniz.  

Bi’ Arkadaşın Başına Gelmiş


Kadın kolektif kitaplarına bir halka da Bi’ Arkadaşın Başına Gelmiş ile eklendi. Hem de ne eklenme!

Biliyorsunuz, 100’ün üstünde kadın daha önce babalara mektup yazmıştık; İmza Kızın ortaya çıkmıştı.

Kocalara, eski kocalara, gelecek kocalara, sevgililere, sevgisizlere mektup yazmıştık: İmza Karın ortaya çıkmıştı.

Bu hayatta diyecek sözlerimiz içimizde kalmasın diye yazdığımız mektuplardan da İmza Ben ortaya çıkmıştı.

Bu sefer 99 kadın kendimizi masaya yatırdık.  Ama çaktırmadan… Sanki bi’ arkadaşımızdan bahsediyor gibi.

20180315 024.JPG

“Dünyanın en dalgın insanı” ödülünü hak edenler de var aramızda , tükürdüğünü yalamak zorunda kalanlar da. Hatalarından ders alıp, ben ettim siz etmeyin diyeni de var, yürek dağlayan taciz, şiddet, pedofili mağdurları da. Aldatan da var, aldatılan da, hayatını şekillendiren kararını sorgulayan da.

Okuması çok kolay, çünkü yazılar kısacık. Sıkılmıyorsunuz çünkü duygudan duyguya geçiyorsunuz.

Herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bir yazı mutlaka var. Bakalım sizi en etkileyen, en güldüren, en düşündüren yazılar hangileri olacak.

Bi’ de oyunu var bu kitabın. Kim hangi yazıyı yazmış bilinmiyor. Niye böyle yaptınız derseniz, en mahrem sırrını anlatacaklarımıza güvenli bir ortam yaratabilmek amacıyla yapılmış bir kadın dayanışması diyebiliriz.

Bir de tabii; birimizin hikayesi, aslında hepimizin hikayesi! 

20180315 338.JPG

Bu kitabı halen almadıysanız alın. Hatta keşke eşinize dostunuza da duyurursanız. Çünkü yine harika bir amacımız var. Kitap gelirinin yarısı Ümraniye Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Onkoloji ve Hematoloji Bölümü ile İstanbul’un en büyük Devlet Çocuk Kemik İliği Nakil Ünitesi ve Servisi’nin ihtiyaçlarının karşılanması için Kansersiz Yaşam Derneği’ne aktarılacak.

Geçen gün Devrim Arabaları filminden bir sahne cızz diye yüreğimden vurdu beni. Türkiye’nin ilk uçak fabrikasının yurt dışından siparişler almaya başladığı dönemde neden kapatıldığını anlatan mühendis, biraz da kırgın: “Çünkü bu ülkede hiçbir iyilik cezasız kalmaz” diyordu.

Biz bu kolektif kadın kitaplarıyla “Kadın kadının kurdurur” sözünü geçersiz kıldık. Dilerim Kansersiz Yaşam Derneği’nin bu güzel amacına hatırı sayılır bir kaynak yaratır ve “Bu ülkede hiçbir iyilik cezasız kalmaz” sözünün de aksini gösterebiliriz.

 

 

 

 

 

  

 

 

 

 

Boş Durma, Boşa Çalış


Bu sözü anneannem söylermiş.  Annemin de hayat felsefesidir. Şu aralar parmağı için fizik tedaviye gidiyor. Fizyoterapist elini parafine sarıp, 10 dakika kadar ellerini göbeğinde kavuşturup beklemesini söylemiş. Bana şöyle anlatıyor: “Düşünebiliyor musun? 10 dakika öyle duracakmışım. Telefona bakamazsın, kitap okuyamazsın. Mümkün mü? Ben de gözlerimi kapadım, ayak bileklerimi çevirerek başladım, sonra yukarı doğru oturduğum yerde egzersiz yaptım.”

Duramamış yani. Bir enerji ortaya çıkarmadan duramamış. Gördüğüm en çalışkan insanlardandır.

super mom ile ilgili görsel sonucu

Armut dibine mi düşer?

Her gün, iş yaparken kendime bir hedef koyuyorum, oraya ulaşınca “bir acı kahve” ödülüm oluyor. Geçen gün kahvemi yaptım (Ocağımız elektrikli, dolayısıyla üzerindekini çekince hemen soğumuyor, bir müddet daha sıcaklığını koruyor.) ve kendimi ocağın sıcağına çaydanlığı koyarken yakaladım. Hani ocak bile boş durmasın, boşa çalışsın! Çaydanlıktaki suyu ısıtsın. O sıcak suyu kullanacak mıyım? Hayır. Ama olsun boş durmasın. Yani armut fena halde dibine düşüyor, bırak kendisini nesneler bile boş durmasın, hep bir işe yaratsın, bir şey üretsin, bir devinim olsun istiyor.

Bu otomatik hareketimi fark ettiğimden beri her gün çaydanlığı, henüz sıcağı geçmemiş ocak gözüne sürüklemek için elimi uzatırken yakalıyorum kendimi.

Zamanı verimli kullanmak adına aynı anda 2 işi yapmak, dinlenirken ya da tatilde bile birkaç iş halletmek… Eminim çoğumuzun ortak durumu zaten. Yoğun bir kurumsal hayattan bunalıp, tası tarağı toplayıp İzmir’e yerleşen bir arkadaşım, sosyal medya hesabına şöyle yazmış:

“Oturmanın tembellik olmadığını, bunun da insan evladının bir ihtiyacı olduğunu anlamam zaman alacak gibi görünüyor. Deli gibi koşturmaya alışmış bünyemin dizginlerine asıldıkça asılıyorum. Biraz daha yavaşşşşş.”

Daha fazla katılamazdım. Öyle ya biraz daha yavaş.

Ben kendi adıma boş durmanın keyfini sürme kararı aldım. Zaten boş boş durmanın, hiçbir şey yapmamanın – ki bu da bir nevi meditasyon – bilimsel olarak da faydalarından bahsediliyor artık.

Tabii DNA’larımdaki boş durma boşa çalış diye bağıran genleri nasıl sustururum bilmiyorum!

Siz ne düşünüyorsunuz?

“Tembellik hakkımız, söke söke alırız”cı mısınız yoksa ” uykumda bile iş hallederim ben”ci mi?

Anneme özel not: Yazıyı okuyunca bir kahveye gel. Ocağın artık ısısına çaydanlığı yerleştirmemenin keyfini birlikte sürelim….

 

Bu Fenerbahçe de defansı pek bozdu şekerim. Biraz daha kısır?


Erkek muhabbetleri genelde ne üzerine olur? Araba, futbol ve çapkınlık… Şimdi kocamla çapkınlık üzerine sohbet edemeyeceğime göre geriye iki başlık kalıyor.

Arabadan başlayalım:

Ben küçükken bizim sarı bir vosvosumuz vardı. Çok severdim. Uzun yola çıktığımızda – ki o zamanlar duble yollarımız yok, gidiş geliş tek yol üzerinde- ne zaman karşıdan gelen bir başka vosvos olsa karşılıklı selektör yapılır ve korna çalınıp selam verilirdi. Sanırım vosvoslar arasında halen de yapılıyor. Bu ritüeli çok severdim, çocuk ruhum tarif edilemez bir coşkuyla dolardı. Geçen gün yolda gidiyoruz, bu çocuk coşkumu hatırladım. Ne yani vosvosta oluyorsa, neden diğer arabalarda olmasın? Kocama dedim ki “Aaa bak bizim arabadan. Hadi sen korna çal, ben de el sallayayım. Yeni bir akım başlatalım.”

“Esra” dedi “O arabanın sadece rengi bizimkiyle aynı. Bırak modeli, markası bile farklı!”

Velhasıl arabadan bu kadar anlıyorum, sohbetim kısır kalır. (off olsa da yesek)

Scan

sarı vosvosumuzda ben ve kardeşim

 

Gelelim futbola.

Futboldan en çakozladığım dönem, bundan 15 yıl kadar önceydi. İş yerinde bizim bölümde 3 Fenerbahçeli erkek, 1 -güya- Fenerbahçeli kızdık. Saçlarım kısacık olduğu için bana Esat diyorlar ve paso futbol muhabbetlerine katıyorlardı. Fenerbahçenin ilk 11’ini ve sahada yerlerini gösteren bir çizelge yapıp masama asmışlardı. Sıksık da beni imtihan ediyorlardı. Sonra ekip dağılınca olan benim futbol kültürüme oldu. Örneğin şimdi sor, tek bir isim bilse söyleyemem Fenerbahçe’den.  Haaa bak ofsayt nedir biliyorum, o ayrı.

Bu sabah kahvaltıda babam ve Aytuğ futbol sohbeti yapıyorlar. Yeni teknik direktörlerden, takımların durumundan filan bahsediyorlar… Teknik direktör deyince, Dünya kupasında Türkiye’nin üçüncü olduğu yıl ismini bolca duyduğum Şenol Güneş geldi aklıma. Ağzıma bir parça simit atarken, kendimden emin:

“Şenol Hoca” dedim “yine şeyin başında mı?”

Ki neyin başında olduğuna dair en ufak bir fikrim yok.

“Evet” dedi Aytuğ “Beşiktaş’ta devam”. Sonra detaylara girdi. Şenol Güneş geldiğinde, önceki teknik direktörün gönderilişi pek şık olmamış filan… Oooooo. Baya baya futbol konuşuyorum. Yani konuşturuyorum…

Çıt çıkarmadan lafını bitirmesini bekledim, bitirince “İyi hoca bence o. Adama laf ediyorlar ama bak Türkiye’ye en iyi derecesini aldırdı Beşiktaş’ı şampiyon yaptı. Bence bu sene de şampiyon olabilir Beşiktaş. Takım da iyi.” dedim, sustum.

Aytuğ  kaptı benim ortayı, çalım ata ata kaleye doğru ilerlemeye başladı: “Yok ya. Bence yapmazlar bu sene. O işler başka…”

Bence daha anlatmaya devam ederdi uzun uzun.

Ama işte göz göze geliverdik ve beni gülümserken gördü. Sahtekar sahtekar gülümserken.

Böylece futbol muhabbeti yapamayacağımız da tescillenmiş oldu.

Amaaaan derdime bak benim de!

Ortak sohbet konusu nasıl olsa bulunur. Asıl önemli olan yanında huzur içinde susabileceğin birisini bulmak!

 

 

 

İçimizdeki şeytanlara zülfikarlarla mı saldırsak?


90’lı yılların sonunda 10 yaşlarında Selimcan diye çok bilmiş bir çocuk vardı. Ali Kırca enkırmenlik yaparken, o da çıkıp gündemi değerlendirir, benim bile anlamadığım terimlerle her konudan fikir beyan ederdi.  Hatta ayrı bir program bile yaptırdılar sanırım ona. Bir gün bunun  programına aynı yaşlarda diye arabeskçi Küçük Onur katılmıştı. Aralarında şöyle bir diyalog geçmişti:

S: Hangi bestekarları beğeniyorsun?

KO: Cemal Reşit Reis.

S: Efendim efendim? Cemal Reşit Rey olmasın o?

Bravo, 10 yaşlarındasın ve Cemal Reşit Rey’i biliyorsun.

Bir çocuğun, yakaladığı yanlışa kikirdemesi rastlanan bir durum.  Ama üstten bakarak, “efendim efendim” demesi bana çok itici gelmişti.

Gerçi yine burada bir parantez açacağım. Kardeşim doğduğunda, Konya’nın bir kazasında yaşıyorduk. Annem çalıştığı için, bize bir bakıcı bulması gerekiyordu. Köy yerinde öyle bakıcı bulmak, üstelik de 70’li yılların sonunda hiç kolay değildi. Annemin zor zahmet bulduğu bakıcı, köylü olması münasebetiyle şiveli konuşuyordu. 5 yaşındaki bilmiş bendeniz, geç kadının karşısına: “N’örün?” değil “Ne yapıyorsun?” “Yin mi?” değil “yer misin?” diye düzelt kadını. E kadın da haklı olarak anneme “Ya ben, ya o” demiş. Böylece ben de tıpış tıpış babaannemle dedemin yanına gitmek zorunda kalmıştım. Yani Selimcan’ı gıcık bulmaya hakkı olan en son kişi benim!

Neyse  işte bu yaşımda da gıcık olmayı göze alıp bilmiş bilmiş hikayeler anlatmaya devam edeceğim. Hayal edin, taktım papyonumu Selimcan gibi, anlatıyorum. Arada size de sorular soracağım, yanlış cevap vermeyin, basarım“efendim efendim”i ha!

Mevlana’nın şu dizelerini bilirsiniz. (bilirsiniz di mi? bilmiyor musunuz? efendim efendim?):

Kardeşim.
Sen düşünceden ibaretsin, geriye kalan et ve kemiksin.
Gül düşünürsün, gülistan olursun. Diken düşünürsün, dikenlik olursun.

Bu sözü pek sever, yaşam felsefem olarak hep “gül” düşünmeye çalışırım.

Takip ettiğim bir seminerde, “olumlu düşünme” ile ilgili şu hikayeyi anlattılar, “hmmmm, güselllll” dedim. Paylaşmasam olmaz!

which wolf are you gonna feed ile ilgili görsel sonucu

Hikaye bir Kızılderili hikayesi.

Torunu yaşlı Kızılderili’ye sormuş: “Herkesin içinde iki kurt varmış. Doğru mu?”. Yaşlı Kızılderili “Doğru” diye cevap vermiş ve devam etmiş: “Kurtlardan bir tanesi bütün kötü sıfatları üzerinde toplamış bir kurt;  kızgın, kıskanç, kaprisli, kendini beğenmiş, yalancı, şüpheci. Diğeriyse iyi bir kurt. Minnet ve sevgi dolu, neşeli, temiz kalpli, yardımsever, huzurlu, şefkatli.”

“Peki aralarında bir savaş olduğu da doğru mu?” diye merak etmiş torun.

Yaşlı Kızılderili evet anlamında başını sallamış.

Torun hafifçe endişeli sormuş “Hangisi kazanacak?”

Cevap şöyleymiş:  “Sen hangisini beslersen o kazanacak!”

 

Neyse beslemek dedim de ben gidip kuşları besleyeyim, yemleri azalmıştı. Sonra vakit kalırsa “bilmiş olmayan kurdumu” da beslerim.

Efendim efendim? Siz de mi?

 

 

 

 

 

Geri bas farecik


Dolmuş şoförü “Metrobüs’te inecek var mı?” diye sorduğunda, dolmuştan indim ve daha önce defalarca yürüdüğüm yaya yolundan metrobüsün ilk durağına doğru yürümeye başladım. İstanbul’un neredeyse her semtinde olduğu gibi, şantiyesel bir durum burada da mevcuttu.

Şantiye demişken burada bir parantez açıyorum. Oturduğumuz sitenin iki girişi var. Bizim oturduğumuz kısma yakın olan giriş, eski tren yolunda devam eden çalışmalar sebebiyle 5-6 aydır kapalı. Hafta sonu tatilden döndük ki, eve 10 metre filan kalmışken ön girişi de kapamışlar. “Yahu evimize gideceğiz” diyoruz “Kapalı” diyor görevli.  Sonra bizim kızların arkadaşı gelecekti aynı gün bize. Hemen biz çektik, o çekmesin diye arkadaşlarının babasını arayıp arka kapının da ön kapının da araç trafiğine kapalı olduğu konusunda uyardım. Babası makara adam, “iyi mancınıkla atarım çocuğu” deyiverdi. Güleriz, ağlanacak halimize.

Neyse metrobüsün oradaki şantiyeyi anlatmaya dönüyorum; “yaya yolu” yazdığı için, tereddüt etmeden daldım patikaya. Önüme metal plakadan bir bariyer çıktı, ama kapalı değildi, ben de bu yüzden yürümeye devam ettim. Sabahın o işlek saatinde in cin top oynuyordu, şüphelenmedim değil. Ama devam ettim şantiyenin derinlerine doğru. Bir taraftan da kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Çantama ve bilgisayarıma da sıkı sıkı yapıştım. İçimden “keşke para çekmeseydim” diye geçirdim; aklım sıra daha az para kaptırma hesabı yapıyorum. Tam kafes şeklindeki paravanların ardından metrobüs durağını gördüm ki, diğer tarafa geçiş için hiçbir açıklık olmadığın fark ettim. Paravan boyunca yürüdüm. Cık, yok. Atlasam mı diye düşündüm, gözüm kesmedi. Geri dönmeye karar verdim.

İçeri girdiğim paravan bölüme ulaştığımda ne göreyim: metal plakalar birbirine vidalanmış! E 5 dakika önce açıktı, kim kapadı? Sağını solunu yokladım, plakayı yumrukladım, sağa sola seslendim. Yok. Kaldım mı orda? Adeta labirentte çıkış yolunu arayan küçük, zavallı bir fareciktim. Etrafa bakındım tinerci filan var mı diye, çantama daha sıkı yapıştım.Kafamda senaryolar senaryolar…  Bir taraftan da birisini mi arasam, ne yapsam diye çözüm düşünüyorum. Bu arada diş randevuma gecikiyorum. Oysa geç kalmayı hiç sevmem. Offf, o sırada adrenalinin dalga dalga damarlarımda yayılışını hissettim diyebilirim.

mouse in a maze ile ilgili görsel sonucu

Ve sonra bir an durdum.İçimden bir ses “Kendine gel Esra” dedi.

O kadar patron havasında söyledi ki,uymak zorunda hissettim. “Diş randevun için ararsın, gecikeceğini söylersin. Buraya girdiğine göre çıkabilirsin de. Panikten çözümü göremiyorsun.” diye devam etti fırçaya.

Birazcık kendime geldim, şakağımda atıp duran nabız biraz yavaşladı.

Gayri ihtiyari bir adım geri attım. Görüş açım genişleyiverdi.

Ve ben böylece gerçekten girdiğim aralığı görebildim. Meğer dönüşte girdiğim kısmın  az biraz sağında kalmışım.

Sonra SIRITA SIRITA girdiğim aralıktan çıktım.

Bazen sorunlu durumun içinde o kadar debeleniyoruz, o kadar velvele koparıyoruz ki, çözümleri göremiyoruz. Bir adım geriye çekilip baksak, bakabilsek (yani başlıktaki gibi geri bassak), belki de açık kapıyı görebileceğiz…

 

Ha bu arada, artık 100’e 57’yim ya o yüzden bilgece yazılar yazayım dedim:)

100’e 57


Bayramda uzuuun bir masada ailece bayram yemeği yerken, kah çok yeni aramızdan ayrılan babaannemi anıp hüzünlenirken kah espriler yapıp kahkahalar atarken, amcam televizyonda gördüğü Karadeniz’li bir kadından bahsetti. Kadın, yaşını soran sunucuya “yüzüyonüç” gibi bir cevap vermiş. Sunucu şaşırmış tabii, 113 yaşında diye anladığı için. Meğer kadın “Yüze on üç” diyormuş. Yani 87 yaşındaymış aslında! Bir de fırça atmış sunucuya “Saati söylerken 6’ya 20 var diyorsunuz, yaş söylerken niye olmasın?” diye.

Bu hesapla ben de geçenlerde yüze elli yedi oldum. Tam o sıralarda Charlie Chaplin‘in 100’e 30 kala, doğumgününde okuduğu Kim McMillen‘a ait şiire rastladım.  Şiirin başlığı “As I began to love myself” (Kendimi sevmeye başladığımda). Buyrun sizle de paylaşayım:

İlgili resim

As I began to love myself I found that anguish and emotional suffering are only warning signs that I was living against my own truth. Today, I know, this is “AUTHENTICITY”.

Kendimi sevmeye başladığımda, kederlerimin ve duygusal acı çekişlerimin kendi gerçeğime aykırı yaşadığım konusunda beni uyaran işaretler olduğunu gördüm. Bugün bunun ÖZGÜN OLMAK olduğunu biliyorum.

As I began to love myself I understood how much it can offend somebody if I try to force my desires on this person, even though I knew the time was not right and the person was not ready for it, and even though this person was me. Today I call it “RESPECT”.

Kendimi sevmeye başladığımda, birisine -doğru zaman olmadığını ve o kişinin buna henüz hazır olmadığını bilmeme rağmen- kendi arzularımı dayatmanın  kişiyi ne kadar kırabileceğini anladım. Hatta o zorladığım kişi kendim bile olsam… Bugün buna SAYGI DUYMAK diyorum.

As I began to love myself I stopped craving for a different life, and I could see that everything that surrounded me was inviting me to grow. Today I call it “MATURITY”.

Kendimi sevmeye başladığımda, daha farklı bir hayata özenmeyi bıraktım ve çevremdeki her şeyin benim büyümem için olduğunu  fark edebildim.  Bugün buna OLGUNLAŞMAK diyorum.

As I began to love myself I understood that at any circumstance, I am in the right place at the right time, and everything happens at the exactly right moment. So I could be calm. Today I call it “SELF-CONFIDENCE”.

Kendimi sevmeye başladığımda, her koşul ve şart altında, doğru zamanda, doğru yerde olduğumu ve her şeyin tam da olması gerektiği anda olduğunu anladım. Ve huzura erdim. Bugün buna KENDİNE GÜVENMEK diyorum.

 As I began to love myself I quit stealing my own time, and I stopped designing huge projects for the future. Today, I only do what brings me joy and happiness, things I love to do and that make my heart cheer, and I do them in my own way and in my own rhythm. Today I call it “SIMPLICITY”.

Kendimi sevmeye başladığımda, kendi zamanımdan çalmayı ve geleceğe dair büyük büyük planlar yapmayı bıraktım. Bugün bana sadece neşe ve mutluluk veren ve kalbimi titreten şeyleri -kendi tarzımda ve kendi ritmimde- yapıyorum. Bugün buna SADELEŞMEK diyorum.

 As I began to l I freed myself of anything that is no good for my health – food, people, things, situations, and everything that drew me down and away from myself. At first I called this attitude a healthy egoism. Today I know it is “LOVE OF ONESELF”.

Kendimi sevmeye başladığımda, sağlığım için iyi olmayan  yiyeceklerden, insanlardan, nesnelerden, durumlardan, beni kendimden uzaklaştıran her şeyden kendimi özgürleştirdim. Başlangıçta buna sağlıklı bencillik diyordum. Bugün KENDİMİ SEVMEK olduğunu biliyorum.

As I began to love myself I quit trying to always be right, and ever since I was wrong less of the time. Today I discovered that is “MODESTY”.

Kendimi sevmeye başladığımda, daima haklı çıkmaya çalışmayı bıraktım ve o zamandan beri daha az yanılıyorum. Bugün bunun ALÇAKGÖNÜLLÜLÜK olduğunu keşfettim.

As I began to love myself I refused to go on living in the past and worrying about the future. Now, I only live for the moment, where everything is happening. Today I live each day, day by day, and I call it “FULFILLMENT”.

Kendimi sevmeye başladığımda, geçmişte yaşamayı ve gelecek hakkında endişelenmeyi bıraktım. Şimdi sadece her şeyin gerçekleştiği anın içinde yaşıyorum. Bugün, her günü gün be gün yaşıyorum. Ve buna TATMİN OLMAK diyorum.

As I began to love myself I recognized that my mind can disturb me and it can make me sick. But as I connected it to my heart, my mind became a valuable ally. Today I call this connection “WISDOM OF THE HEART”.

Kendimi sevmeye başladığımda, zihnimin beni huzursuz, hatta hasta edebildiğini fark ettim. Ama zihnime kalbimi ekleyince, çok değerli bir yoldaş kazandım. Bugün bu ortaklığa KALBİN BİLGELİĞİ diyorum.

We no longer need to fear arguments, confrontations or any kind of problems with ourselves or others. Even stars collide, and out of their crashing new worlds are born. Today I know “THAT IS LIFE”!

Artık kendimizle veya başkalarıyla tartışmaktan, çatışmaktan veya sorun yaşamaktan korkmaya gerek yok. Çünkü yıldızlar da birbiriyle çarpışıyor ve bu çarpışmalardan yeni dünyalar doğuyor. Bugün YAŞAMIN BU DEMEK olduğunu biliyorum.

Charlie Chaplin gerçekten farklı, döneminin ilerisinde bir ruhmuş. (Bunu elbette bu şiire bakıp söylemiyorum; filmlerindeki mesajlara, söylediği bilgece sözlere dayanarak söylüyorum.) Hem onun, hem şairin ruhu şad olsun. Babaannemin de tabii.

Her birimiz 100’e doğru ağır ağır yol alırken kendimizi sevmelere doymayalım inşallah…

 

 

 

 

Mutluyum, Mutlusun, Mutlu…


Son zamanlarda mutlu olmak için sebep bulmakta zorlanıyor musunuz? Çoğumuz aynı durumdayız, görüyorum. Şöyle bir sosyal medyaya girdiğimde mesela, şişip çıkıyorum. Herkes birilerine sayıp sövmekle meşgul. Halbuki küçük, küçücük de olsa mutlu anlarımız olmuyor mu gün içerisinde? Biz sayıp sövdüğümüz şeyi o kadar gündemimizin merkezine yerleştiriyoruz ki, ona bakmaktan o küçük mutlulukların farkına varmıyoruz.

Çok sevdiğim bir hikaye var, belki önceden anlattım. Bir adam, elinde hortum rengarenk çiçeklerle dolu bahçesini suluyormuş. İşte tam o anda duvarın dibindeki ayrık otlarını fark etmiş. O yöne doğru yürüyüp, “Bu ayrık otları da nereden çıktı? güzelim bahçemi mahvetmişler.” diye söylenmeye başlamış. Maalesef o sırada, elindeki hortumdan su akmaya devam ettiği için güzelim çiçekler yerine ayrık otlarını sulamış. Ayrık otları sulandıkça kuvvetlenmiş, gelişmiş daha da büyümüşler.Yani adam hiç istemediği halde, ayrık otlarını büyütmüş.

Hayatta biz de böyle yapıyoruz. Yüzümüzü hiiiç istemediğimiz olaylara dönüp, onları beslemeye devam ediyoruz.

Toplanın hele, yazının bunan sonrasında –şimdilik sadece kadınlara- bir müjdem var. Hayattaki o küçük mutlu anların farkına varmanızı, başkalarıyla paylaşmanızı, hatta kaydını tutmanızı sağlayacak bir oluşumdan bahsedeceğim: facebookta kapalı bir grup olan Mutlu ANlar Defteri‘nden…

Mutlu ANlar Defteri’nin kurucusu ve fikir annesi Aydan Ermiş. Aydan nefes çalışmaları ve kahkaha yogası yaptırıyor. Danışanlarına ödev olarak başlattığı bu oluşum, bir süredir zaten devam ediyor. Bu ay itibariyle 14.490 mutlu AN ve 560 fidana ulaşılmış durumda…

Efendim efendim? “Mutlu AN” diyorduk, hadi onu anladım fidan nerden çıktı?

İşleyişi anlatayım, nerden çıktı anlayacaksınız.

Bu gruba dahil omanın şartı  fidan bağışı yapmak! Ay başında 30 TL’lik 3 fidan bağışınızı yapıyorsunuz ve 1 ay için gruba dahil ediliyorsunuz. O gün ilk mutlu anı yakalayan kişi, en tepeye tarihi atıyor ve hoop 1 numaralı mutlu anını yazıyor.

Örneğin bugün ben sabah erkenden kendilğimden uykumu almış şekilde uyandım, aaa bir baktım kızım benden önce kalkmış, okul kıyafetlerini giymiş, kahvaltısını hazırlamış. Ne yapıyorum?

  • Post kısmına 24.11.2016 diye tarih atıyorum…
  • Yorum kısmına ise “1- Bugün kızım benden önce kalkmış, hazırlanmış. Üstüne bir de öpücük verdi. Gün telaşesiz ve süpersonik başladı.”  gibi artık bu durumla ilgili ben mutlu eden her neyse onu yazıyorum.
  • Benden sonra yazacaklar da kendi 1’lerinden başlıyorlar.
  • Ben gün içerisinde her “mutlu an” yakaladığımda, kaldığım sayıdan devam ediyorum.

2- Belediyede sıra beklerken ve daha bana gelmesine 46 kişi varken, yanımdaki kadın “arkadaşım gitmek zorunda kaldı. sıra numarasını size verebilirim” diyerek, 1 sonraki numarayı uzattı. ballı mıyım neyim?

3- ne yemek yapsam diye düşünürken, annem arayıp akşam yemeğe çağırdı.

…. gibi devam ediyorum.

  • Bu arada diğer üyelerin mutlu anlarına da şahitlik ediyor, onları beğenerek destek verebiliyorum.

Bu grubun bir güzel yanı daha var.

Her ayın 3 Pazar’ı katılabilenler toplaşıyorlar, gruptan biri uzmanı olduğu konuda bilgi veriyor. Benim katıldıklarımda örneğin, homeopati konusunda bilgilenmiş, TSM korosundaki bir üyenin yönetiminde şarkı söylemiş ve evdeki atık malzemeleri gübreye dönüştürüp, çöp üretimimizi azaltacak soğuk kompost nasıl yapılır öğrenmiştim.

Son aylarda “mutlu AN” yakalama konusunda pek tembelim. Ancak sırf düzenli fidan bağışı yapabilmek için grupta kalıyorum desem, inanır mısınız?

Şu da son toplantının videosu. Konu “rüyalar”, anlatan Servet Derya Değerli idi…

İşte böyleyken böyle.

Anlattıklarım içinizi ısıttıysa, Aralık ayı için gruptan bi’ kafanızı uzatın derim. Daha detaylı bilgi için Aydan ile temasa geçebilirsiniz.

 

 

 

 

 

Ottoloyo Dünyalı! Biz Dostuzzz, OttoDON’dan geliyoruzzzz


9 Mayıs 2013’te “Bir varmıııış bir yokmuş, küçüüüük bir gezegende yaşayan Otto’lar varmış!” başlıklı yazımda “biz bir çocuk kitabı serisinin ilk kitabını yazdık. bastırmak için bize bir yöntem” diye yardım istemişim…

İşte o serinin ilk kitabı “Ottoloyo: Truva Atı Doludizgin” basıldı.

Burada acaba “hayallerinizin peşinden gidin, vazgeçmeyin filan tarzı konuşma yapsam mı? Sess Sessss Deneme Ses ki üç….. Neyse ya boşver. Kocaman insanlarsınız. Pes etmemek gerektiğini benden mi öğreneceksiniz?

Otto’lar geçen ay Yitik Ülke Yayınları‘ndan çocuklara merhaba dedi… Ya da “Ottoloyo” dedi. Çünkü “Ottoloyo” OttoDONca “merhaba” demek.

İlk kitap Marmara bölgesinde geçiyor, 4 çocuk ile 4 Otto’nun, ipuçlarını takip ederek OttoDON’un lideri Uluotto’yu bulma macerasını anlatıyor. Bizim Kafadarlar Çanakkale, Edirne, Bursa ve Balıkesir’in altını üstüne getiriyorlar!

 

Bizi izlemeye devam edinizzzzz….

web sitesi      facebook      Instagram    twitter

Aaaa bu arada Tüyap Kitap Fuarında da varız. İşte “imza günlerimiz”

ImzaGunleri.png

 

Sitemle kalp yormak ya da yormamak. İşte bütün mesele bu.


Geçen balkona oturdum, bir kadeh de rakı (burayı blurladım, sıkıntı yok), youtube’dan müzikler açıp dinliyor, manzarayı seyrediyorum. Keyfimin yerinde olduğunu gören mavişim de yanıma geldi. Fonda o anda Sezen çalıyor:

“Seni pamuklara sarmalar sararım

Ne bedel isterim ne hesap sorarım.

Ne sitemle güzel kalbini yorarım.”

Dedi ki: “Bak ya, ne güzel söyledi. Sen de böylesin işte. İnsanın kalbini yormuyorsun. Ruhunu darlamıyorsun. Senin yanında olmak güzel bir şey.”

Şimdi, birisine edilebilecek en güzel laf bu bence, orası ayrı. Bu konuda iyi olduğum söylenebilir, ama komple öyle miyim, o da tartışılır. Ama sözde de derin mana var, bu gözen kaçmamalı:

Mutlu ilişkiler açısından “karşındakini darlamamak” çok önemli. Ayağında zincirler varmış gibi hissettirmemek önemli. Göğüs kafesini bir mengene ile sıkıyormuş gibi nefessiz bırakmamak önemli.

FLYING-FREE

Başıma gelmedi demeyin, uzun zamandır görmediğiniz arkadaşınızla karşılaşırsınız, ilk sözü: “Hayırsız hiç aramıyorsun.” Yav, uzun zamandır görüşmemişiz ve bana söyleyebileceğin sadece bu mu? Görüşmememizdeki suçu bana yıkıp, ortada güzel, sevinilesi bir duygu bırakmamak. Üstelik sen niye aramadın? Ben muhtemelen beni böyle darladığın için aramadım.

Sonra akrabalar. Komşu teyzeler. Babalar. Hatta sitemin kraliçesi anneler. (Anneme not: Bahsi geçen anne sen değilsin, ortalama Türk annesi. Sonra sitem mitem edersin neme lazım. Hehehhe) Hiç uğramıyorsun, hiç aramıyorsun, bilmemkimin çocuğu şunu yapmış, şunu almış, ben kimim ki zaten, öleyim ben öleyim, eee yok mu bi aday, ikinci ne zaman, ne maaş alıyormuş, babası neci, halanı bi ara, taşa oturma….

Ya da evlilikler. Çorabını niye oraya koydun, niye oraya yattın, bir gün yüzü mü gördüm, her iş bende, bi işin ucundan tut, yine mi maç, yine mi dizi, bu yemek niye tuzlu, çocuğun okul taksidini ödedin mi, ne demek istemiyorum bu düğüne gitmek zorundayız…

Şimdi aklı başında hangi insan böyle darlandığı ilişkilerin içinde olmak ister ki? Tabii ki, böyle bir arkadaşı aramak aklına gelmez, tabii ki komşu teyzeyi görmemek için yolunu değiştirir, tabii ki böyle bir evliliğin içinde mutlu olamazsın. Öhömmm evet, biliyorum bu satırları adeta geçen sene İlişkiler dalında Nobel Barış Liyakat madalyasını almış biri olarak yazıyorum. Ama işte, burası benim blogum, kendi fikirlerimi yazabilmem için var ve buraya kadar okumak sizin tercihiniz…

Dün İlber Ortaylı’nın konuk olduğu bir programa rastladım. “Evlenmeyi düşünüyor musunuz?” diye sordu spiker. “Bizim Türk toplumundaki evlilik şekliyle asla düşünmüyorum.” dedi o da. Gerekçe olarak da bizdeki “privacy” anlayışı dedi. Ne bu privacy? Mahremiyet. Özel alan. Karı kocasının, koca da karısının alanına müdahale ediyor, kötüsü bunu hak görüyor. Mecburiyetlerle birbirlerini darlıyorlar. Sitemlerle kalbini yoruyorlar. Ruhunun havalanmasına engel oluyorlar. İşte yani, benim dediğimin laciverti. Bunu da buraya akademik bir bakış açısı ile tezimi destekleyeyim diye koydum. Olmuş mu?

Çok uzattıysam, özetle diyorum ki: Mutlu olmak için insan kendisini “hafif” hissettiren, böyle bulutların üstündeymişçesine havalandıran, kanatlandıran ortamları, durumları, kişileri tercih eder.  Ya da şöyle demeli “tercih etmeli”. Madem bu ülke her gün üzüleceğimiz bir haberle çıkıyor karşımıza, biz de kanatlandıran şeyler yapalım ki akıl sağlığımız yerinde kalsın.

Ha bir de yukarıda sıraladığım sözlerden bir ya da birkaçını siz de kullanıyorsanız….kendinize çeki düzen veriniz ne olur. Bakın hayat ne kadar güzelleşecek. 

 

Not: Ne yani “çocuğun okul taksidini sormayalım mı?” diyen gözlüklü sarışın abla, elbette sorun. Sadece kocanız tam kapıdan içeri girdiğinde, trafikten bunaldığında sormayın. Bir de sorguluyormuşçasına hepsini ard arda sormayın. Peşi sıra eski defterleri açmayın. Sesinizdeki o gergin ve hesap soran tonu da yavaşça yere bırakın. Hah, öyle.

 

 

 

 

Bütün para sorunsalı


Metroda, metrobüste, otobüste, vapurda her yerde bilet geçen İstanbulkart var ya… Geçen yıl kocama bir metroluk ödünç vermiştim benimkini. Geri alıp ilk kez kullandığımda bir baktım ki 100 liraya yakın bir tutarda yükleme var. Hemen Aytuğ’u aradım “vay be bonkör kocama bak” diyeyim diye, hemen “yok be, ne bonkörlüğü yanlışlıkla oldu” diye dürüstçe itiraf ettiydi. Dolum yaptığı makine, para üstü verecek zannediyormuş ama o makineler ne koyarsan onu alıyor, öyle tutar filan giremiyorsun. O da yanında bozuk olmadığı ve üstünü alabileceğini düşündüğü için 100 lira girmiş ve ekranda “100TL yüklemeniz yapıldı” yazısını gördüğünde müdahale için çok geçmiş. Neyse epey gülüp eğlenmiş, ben sonraki birkaç ay boyunca hiç bir yükleme yapmadan mutlu mesut yaşayıp gitmiştim.

Geçenlerde metro-metrobüs bağlantısıyla bir yere gitmem gerekti. Tam gidiş dönüşüme yetecek kadar dolu kartım. Metrobüs girişinde bir kadın ağlaştı…”Hastasına gidiyormuş da parası bitmiş de…” Ben de sevabına diye kartı onun yerine basıverdim. Böylece dönüş için kartı doldurmam gerekti. Elimi cüzdana attım, sadece 100 liralık banknot.

Simitçiye sordum, bozuk yok. Simit alsam? Yok abla. 5 tane alsam? Yok abla.

2. simitçiye sordum. Onda da aynı diyalog.

Halk ekmek büfesi. Cık. Ülen param var, ne ekmek, ne simit alabiliyorum, ne de istediim miktarda kontör yükleyebiliyorum. Tam bir “parayla saadet olmuyor” durumu. Gerçi orada sözü geçen para, bu para değil. Bkz şu aşağıdaki video (tamamını da izleyebilirsiniz ama bahsettiğim kısım2.26 -3.00 arasında. Doğu Demirkol-Güldür Güldür)…

 

En iyisi ATM’den çekeyim, paramla rezil mi olacağım dedim. En az 20 lira seçeneği var. onu seçtim. Ekranda “En az 50 ve katları çekebilirsiniz.” yazdı.

E tamam 50 çekeyim. “İşleminizi yapıyorum yazdı”. Kartı verdi veeee

Ekranda “Teknik bir arızadan dolayı işleminizi gerçekleştiremiyorum.” yazısı.

İlgili makama,

Yukarıdan bakıp bakıp büyük ihtimal çok eğleniyorsunuz. Ama yazıktır ben 
garibe de yahu. Kedinin fare ile oynadığı gibi oynamayınız reca ederim.

Saygılarımla arz ederim.

İşin ilginci bakiyemden 50 lira düşülmüş.

Derin bir nefes aldım. Telefon bankacılığında ona bas buna bas bir türlü insana ulaşamadığım için Yapı Kredi’ye twit attım. (Merak edenler için banka kısa sürede düzeltti durumu)

Ve gidip paşa paşa kartı 100 liralık doldurdum.

Yüzümde kocaman aptal bir gülümseme ile.

Aklımda “sen misin Aytuğ’la dalga geçen” düşünceleri…

Evet yav, parasızık kötü ama olduğunda da harcayamayabiliyorsun işte!

 

Not: Ne olacak ki biz de 100 liralık dolduruyoruz diyen arkadaşlar çıktı, yazdıktan sonra. Evet her gün kullanıyor olsam, ben de 100 liralık doldururdum ama haftada bir bile kullanmıyorum. O yüzden 100 liralık doldurmak benim için ölü yatırım:)

Halam geldi…. O zaman partiiiii


“Halam geldi”, kadın olmanın azıcık geride durmak demek olduğu yörelerde “adet gördüm”, “regl oldum” demenin kriptolu söylenişi!

Bundan birkaç yıl önce “Halam Geldi” filminin afişlerini gördüğümde çocukluğuma doğru bir yolculuk yapmıştım. Filmi seyrettiniz mi bilmiyorum, Kıbrıs’a göç eden doğulu iki ailenin “halası gelse de amca oğluyla evlendirsek” diye gözünün içine baktığı küçük kızlarının hüzünlü hikayesi. Hem de nasıl hüzünlü.

Neyse benim doğduğum, ilkokulu okuduğum, baba memleketim Konya’da da “halan geldi mi?” diye sorar teyzeler. Ben bu soruya ancak lise bire tekabül eden yaşımda “geldi” cevabını verebildim. Tüm arkadaşlarımın halası benimkinden daha önce teşrif ettiği için konuya gayet hakim ve hazırdım. Annem yanımda yoktu ama bir “tokat atma” adeti olduğunu duymuşluğumdan, kendi kendime tokat atıp, ne olacak diye beklemiştim… Sonra da gidip o tarihi hatıra defterimin kenarına not almıştım: “Çok önemli bir gün” notuyla. Öngörüye gel!

İmza üçlemesinde birlikte yol aldığımız Banu Tozluyurt , şu sıralarda 2 diğer harika kadınla Özge Uzun ve Ebru Tuay Üzümcü ile “Kadının Adı Var” diye bir gösteri yapıyor. Kadına, erkeğe eşit uzaklıkta, insana yakın gösteri” diye yola çıkmışlar, insan kimlikleri üzerinden kadına ses olmaya çalışıyorlar. Bir türlü kısmet olmadı gidemedim. Ama hep güzel şeyler okudum, duydum. Geçenlerde Ankara’dalardı ve orada çekilmiş bir klip giriverdi kadrajıma..Ebru Tuay Üzümcü soruyordu:

“Aranızda oğlu olan var mı? Sünnet yapıldı mı? Nasıl kutladınız?” diye. Birkaç anne parmak kaldırıp ballandıra allandıra anlattı. Sonra bomba soru geldi: “Peki kızınız var mı? Regl olduğunda kutladınız mı? O güne ait bir kare resminiz var mı?”

İşte o an içimde bir ampul yandı. 2 tane kızım vardı. Ben o partiyi verecektim arkadaş! O kutlu gün anısına resimlerini de çekecektim, kutlamasını da yapacaktım, davul-zurna da çalacaktım. Sonuçta kadınlık kutlanması gereken bir olaydı…

İçimden bunlar geçti de… Sonra aklıma geldi. Acaba bu partilerin esas kızları bu konuya ne der? Hemen gittim, konuyu büyük kızıma açtım. “Utanırım” dedi. Ne ara bunun “utanılacak bir şey olduğu” kazındı bilinçaltına kuzum? Kim bu dönüşümü sessiz sedasız yaşa, ayıp dedi?

Neyse orta yolu bulduk. Kız arkadaşlarıyla pijama partisi yapacağız! Şimdi gözümüz yollarda, kafamızda parti şapkaları bekliyoruz…

 

Gösteriden kısa kısa klipler için Kadının Adı Var youtube kanalına buyrun. Sizin de kafanızda bambaşka ampuller yakabilir.