Dün bir arkadaşımla Bostancı deniz otobüslerinde buluşup, Kabataş’a gidelim, şu son günlerde büyük tartışmalara sahne olan mekanı yerinde inceleyelim diye sözleştik. Hem şu 70-80 üstü çıplak deri pantolonlu adamı görürüz, “ayıp ayıp” diye fırça kayarız filan dedik.
Gel gör ki 1 saat erken gittim, buluşma saatimizden. Fırsat bu fırsat, iskelenin yanındaki cafeye oturdum, laptopumu açtım, yetişmesi gereken işleri yapıyorum. Arkadaşıma da mesaj attım: “Ben geldim, gelince sen de şu cafeye gel” diye. Gömdüm kafamı, takada tukada yazı yazıyorum.

Halbuki arada bir kaldır kafanı etrafa bakın di mi?
Buluşma saati geldi, ben toparlanmaya başladım aheste aheste. Bu arada telefonu çıkartıp arkadaşımı aradım. Aradığım numaraya ulaşılamıyor. Ya kapalı, ya kapsama alanı dışında. Aaa hay Allah acaba deniz otobüsünü kaçırır mıyız filan derken, cafenin tam önünden bezgin bir ifadeyle geçmekte olan arkadaşımı gördüm. Camı tıklattım. Yüzü aydınlandı. “Oh” dedi “buldum seni”
Meğer o da 1 saat erken gelmiş. (İstanbul gibi bir şehirde tarafların her ikisinin de 1 saat erken gelme olasılığı nedir acaba?) Ama deniz otobüsünde buluşacağız diye orada beklemeye başlamış. Telefonunu evde unuttuğu için benim mesajı filan görmemiş. Bakmış ben gelmiyorum, cafenin önünde bir aşağı bir yukarı arşınlamış oraları. Ben buluşma saati olarak deniz otobüsü kalkış saatini hatırladığım için de binmeyi planladığımız deniz otobüsünü kaçırmışız! Halbuki şöyle bir kafamı kaldırsam, önümde volta atmakta olan arkadaşımı göreceğim…
Yazının ana fikri siz siz olun hayat gailelerine gömülüp gitmeyin, bir şeyleri kaçırmamak için arada etrafınıza BAKININ.
Neyse bu devirde telefona filan ihtiyaç olmadan kavuştuk ya, bir sonraki deniz otobüsünün 8 saat sonra olmasını çok dert etmedik. Taksim dolmuşuyla karşıya geçtik.
Kabataş’a dönüşte uğradık. Beltaş’ta büfedeki tostçuya sordum “Az önce burdalardı, tost yiyip gittiler abla. Bak işte fotoğraflarını çekmiştim.” dedi.Telefonunun ekranını burnuma dayadı.

Bir dahaki sefere görürüz, kulaklarını çekeriz artık!