Gidişim suskun olmuştu ama dönüşüm muhteşem olacak


Geçtiğimiz pazar akşamı keyiften baya baya göbek attım. Kızlar hafta boyunca annemlerle birlikte kaplıcada olacaktı. Kocam da çarşambadan itibaren iş seyahatine gidiyordu.  Ben de alt alta yazıp yapamadığım bir sürü buluşmayı, gezmeyi, ziyareti bu döneme sığdıracak olmanın keyfiyle kabıma sığamayarak, fazlaca nispet yapmış olmalıyım sağa sola. Pufffff, büyü bozuldu:  Pazartesiyi salıya bağlayan gece yarısı müthiş bir kasık ağrısıyla uyandım.

Geçen sene yaşadığım ağrının aynısı; iki büklümüm doğrulamıyorum.  O seferinde, oramı delip, buramı çekip “böbrek taşı düşürüyorsun” deyip göndermişlerdi. Bir de lökositli durumumu nötürlemek için  antibiyotik vermişlerdi.

Ağrı aynı olunca ben eczaneden aynı antibiyotiği edindim- kuzu kuzu iki büklüm ağrılı halimin geçmesini beklemeye koyuldum. İkinci gün de şikayetler devam edince, o gün önceden planlanmış diş taramamızı iptal etmek üzere arkadaşım İcer’e  mesaj attım.  Hoop geri aradı.

Durumu özetledim, ancak o kadar karışık ve uzun özetledim ki ben bile ne dediğimi anlamadım. Lafımı bitirince, kısa bir suskunluk oldu.

Belli ki  “Yuh cahil misin?”  demek istemesine rağmen, kibar arkadaşım “Öyle olur mu Esra, geliyorum seni almaya doktora götüreyim” dedi. Benim anlatamayışımdan, benimle aynı şikayetlerdeki bir başkasına verilen ilaçları kullandığımı sanmış. Buna rağmen “yuh” dememiş yani, anlayın kibarlığını!

İnsan hastayken, eğer ipleri eline alamıyorsa, kendisinden güçlü birinin masaya yumruğu vurabilmesi ne güzel! Ben o duygusallıkla İcer’i beklerken, bir posta mutluluktan ağladım.  O akşam da kardeşim ve karısı kol kanat gerdiler. Allah’ım bir izzet bir ikram… Sırtta yastıklar, bitki çayları, istediğim kanalı açmalar!

Neyse sonra 2 gün süren doktor maceraları sonrası, benim korktuğum konularda bir sıkıntım olmadığı, sorunumun kalın bağırsaktaki iltihabi bir durumdan olduğu tespit edildi. Aldığım antibiyotik doğruydu, yalnızca ek bir dozaj daha vermek gerekiyordu.

Şimdi zımba gibiyim demek isterdim ama itiraf etmeliyim henüz zımbamsıyım! Bu arada, tüm ev ahalisi de yuvaya döndü. Onlarla birlikte cıvıltı ve neşe de tabi!

Tam arabeske bağlamışken felsefeye hızlı bir geçiş yapayım. Yukarıdaki süreç esnasında birkaç yıl önce Ayşe Arman’ın Betul Mardin’den bahsettiği bir yazı (yazıyı okumak için buraya bir tık) aklıma geldi. Betul Mardin’i canlı görme şansım oldu, elindeki bastona rağmen duruşuyla da, çizgisiyle de dimdik bir kadın.  Yazın gittikleri bir deniz kampında ayağı kayıp düşmüş.  Haliyle bir anlık bir acizlik durumu yaşanmış. Çevresindekiler hiç alışık olmadıkları bu durum karşısında panikleyip ne yapacaklarını şaşırmışlar. Bir karmaşa bir başı kesik tavuk koşturması… Tam o sırada Betul Mardin yine almış ipleri eline; yattığı yerden “sen ilacımı getir, sen doktorumu ara, sen arabayı getir” diye örgütleyivermiş çevresindekileri.

Ben Betul Mardin kadar güçlü değilim; aslında belki de cümlenin doğru şekli “onun kadar tecrübeli” değilim. Hastalık esnasında hemen kendimi toplayıp “imdat” dediğimde yardımıma koşacak onlarca kişiden hiçbirini arayamadım. Onun yerine kurban rolünü seçip, kabuğumda iyileşmeyi bekliyordum; iyi ki bir el beni tutup çıkardı!  Her nakavtlık hastalığımda mel mel yatarken; babamın, annemin, kocamın sırtlayıp götürdüğü, iyi ettiği gibi.

Sanırım kullandığım yüksek dozda antibiyotik idrak yollarımdaki enfeksiyona da iyi geldi; zira bir idrak açılması yaşadığım muhakkak. Siz beni bir sonraki hastalığımda görün: “sen sırtımı ovala, sen masal anlat, sen ıhlamur kaynat, sen en yakışıklısından bir doktor kap.”… Kontrol bende!

Kadın ne der? Erkek ne anlar?


Erkek: Aaaa bak bak, şu karşıdaki dağ periler ülkesinin dağı.

Çocuk: Nasıl yani? Periler ülkesi diye birşey var mı?

Kadın: Yani o masallarda filan anlatılan ülke böyle görünüyor olmalı demek istiyor baban. Aynı böyle üzerinde bembeyaz pamuk gibi bulutlar filan.

Çocuk: Aaa o zaman resmini çek anne. Lütfen. Öğretmenimiz tatilde ilginç şeyleri fotoğraflayıp altına ne olduğunu yazın dedi.

Kadın: Telefonla çekiyorum. Ay çok net olmadı. Çok uzak.

Erkek: Olimpos nerde?

Kadın: Antalya’da.

Erkek: Ne işi var Antalya’da?

Kadın: Ne bileyim? Dünya oluşurken, orada oluşmuş.

Erkek: Ne?

Kadın: Dağı demiyor musun? Antalya’da değil miydi Olimpos?

Erkek: Yooo fotoğraf makinasını. Olympus değil miydi markası?

Kadın: Haaaa. E dağdan konuştuğumuz için, dağı soruyorsun sandım

Erkek: Fotoğraf çektiğimiz için, fotoğraf makinasını soruyordum.

Kadın: Ha, fotoğraf makinası Antalya’da değil. Ne işi var orda? Okula götürdüm ben onu.

Erkek: Hayatım, bence biz ayrı dünyaların insanıyız.

Kadın: Bence de.

Gereklilik kipi


Sağlıklı olmak istiyorsan bunları yeMELİsin.

Erken yatMALIsın ki, dinlenmiş kalkasın.

Ders çalışMALIsın.

İşte patrona biraz yalakalık yapMALIsın ki yükselesin.

Biraz kendini ağırdan satMALIsın, seni kolay lokma sanmasın.

Yaşın geldi de geçiyor. Öyle armudun sapına, üzümün çöpüne bakmadan evlenMELİsin

Çocuğun olmuyor sanacaklar, çok uzatmadan çocuk yapMALIsın.

Sütün kaliteli olsun istiyorsan, bol bol hoşaf içMELİsin.

Tek çocuk olmaz, hemen ikinciyi yapMALIsın.

O kiloları vermek istiyorsan boğazından kesMELİsin.

Erkekler çocuk gibidir, çocuklara dalıp onu ihmal etme MELİsin. Yoksa gözü dışarıda olur.

Kocanın ailesiyle iyi geçinMELİsin, sonuçta kale içten fethedilir.

Onu aramaMALIsın, biraz burnu sürtülsün. Değerini anlasın.

Çocuk dediğin düşe kalka büyür, öyle hemen fırlamaMALIsın.

Ateş 38 olmadan ilaç vermeMELİsin.

Aaaa çok ayıp, kadın o kadar çağırmış gitMELİsin.

Öffffffffffffffff.

Herkesin aklı başkasına ne çok.

Herkes kendi önündeki yemekle ilgilensin lütfen. Sorarsam/sorarlarsa, fikrinizi söylersiniz.

Kişi zaten vakti gelince kendi “meli, malı”‘sını “di’li geçmiş” zamana döndürmeyi biliyor. Di mi ama?


Çat orada, çat kapı arkasında


-Aneeeeeeee. Koş koş. Ayça yok.(kih kih kah kah hoh hooooh)

-Aaaa! Nereye gitti acaba? Tek başına annanesine gitmeye kalkmış olmasın?

– Bilmem. (hi hi hi hiiiiii)

-Ela bu battaniye niye bu dolabın tepesinde kızım, dur bir katlayayım.

-Burdayııııım.

-Ay. Nasıl sığdın sen o küçücük yere. Hiç farketmedim ben seni. Nasıl da kandırdınız beni. Sizi numaracılar.

(Kikir kikir kakır kukur)

***

-Anneeeeeeee. Geeeeeeel. Ayça yine yok oldu. Deminki yere de baktım. Orada yok.

-Aaaa hay Allah? Bu sefer gerçekten gitti belki. (kah kah kah, kih kih kiiih)

Şu dolaptan tıkırtılar mı geliyor Ela?

-Böööööö

-Ay ödüm patladı. İlahi sen nasıl sığdın oraya? Yine kandırdınız beni.

(kakır kukur. ha haa haaaaa)

Yemin ederim Altın Küre benim olmalıydı bu sene! Hemi de Meltem Cumbul sunardı ödülümü.

Ben bi hava alıp geleyim


3 gündür izin koparmaya çalışıyorum. Dün akşam sonun da “öff iyi tamam yaz” dedi bıkkınlıkla.

Ben aklıma geldikçe kahkaha boyutunda gülüyorum da, genelde böyle anlatana çok komik gelen şeyler risklidir, anlatıldıktan sonra fıssss etkisi yaratabilir. Onun için sizden ricam, kendinizi benim yerime koyarak okuyun. Öyle okuyun ki hislerimi anlayabilin.

Cumartesi akşamı, çok yorgun bir şekilde yatağa gittim. Aytuğ’u da salonda kanepede uzanmış televizyon seyrederken bıraktım.  Derin bir şekilde uyuyakalmışım. Saat 4-5’ti sanırım. Zil sesiyle uyandım. Tam da açamadan kendimi, kapıya yöneldim. “Bu saatte zil mi çalar, hayır mıdır şer midir?” idrak edecek ayıklıkta değilim, belki de rüya görüyorum. Otomatiğe bağlayıp kapıya yürüdüm, açtım. Karşımda ev kıyafetleriyle Aytuğ! Ev kıyafeti dediğim ekoseli bir pijama altı, üstü de bir atlet.  Bu şokla hafif uyanır gibi oldum, “Hayırdır, nerden?” diye sormayı akıl edebildim. “Önemli değil” diye cevap verdi.

Uyanık olsam üstelemeyi akıl edeceğim, ama uysalca bu cevabı kabullendim. İkimiz birden yatağa yöneldik. Ben tam tekrar uykuya dalmak üzereyim, “Kafama bir şey takıldı, 4 saattir apartmanın merdivenlerini inip çıkıyorum” dedi. Biz 9. katta oturuyoruz! O kafayla içimden “Atma” diye geçirirken uykuya dalmışım.

Sabah olup, durumun absürtlüğünü algılayacak kadar uyanınca aklıma Aytuğ’un kapıdaki o düşünceli, ev hali geldi ve gülmeye başladım. O görüntü gözümün önüne gelir gelmez de tutamıyorum kendimi kıkırdıyorum.

Bir süredir Aytuğ, uykusunu alamadığından, çok yorgun kalktığından bahsediyordu. Belki de zavallım her gece öyle dışarı gidip 9 katı inip inip çıkıyormuş!

Anladınız herhalde. Kocam uyurgezer! Dediğine göre en son vukuatını Ereğli’de henüz ortaokuldayken yaşamış, sonra da geçen cumartesiye kadar gezilerine ara vermiş. Gerçi bu gezmediği ara dönemi de uykusunda sohbet ederek geçirmişti. Bir keresinde baktım konuşurken sorulara da cevap veriyor, merak ettiğim şeyleri uykusunda sormaya yeltendim. Sorular dallanıp budaklanınca haliyle uyandı, kırgın ve kızgın şekilde  en sitemlisinden “Aferin”‘i yüzüme çakıverdi.

Gezinti meselesine dönersek, o akşamdan sonra artık kapıyı kilitliyoruz. En çok neye şükrediyorum biliyor musunuz? Kocamın o halde doğru zili çaldığına! Ya o saate, o kılıkla başka kapıyı çalsaydı, ya site içerisinde yürüyüşe çıkıp birilerine yakalansaydı... İnanın takip eden gün biri gelip; “Hanım hanııım. Kocana sahip ol.” diyecek diye ödüm koptu. Zira bir süre önce sitede oturan şizofren teşhisli bir adam için, “Güvenliğimizi tehdit ediyor.Siteden gitsin” diye imza topladılar. Tescilli hastaya bunu yapıyorlarsa, bizi haydi haydi kapı dışarı ederler.

Dili Damağa Yapıştıran, Haliyle Ağız Şapırdattıran Kısır Tarifi


Benim diğer blogcu arkadaşlardan neyim eksik? Hepsi pratik ama afilli birer tarif  konduruyorlar dönem dönem. Benim de yazı tarihimde, Erhan’ın koyduğu köfte tarifinden sonra, bir adet tarifcik oluversin…

Yalnız ben hikayesiyle anlatacağım, zira tarifi tarif yapan esas hikayesi!

Kardeşimin doğumgünüydü, sene 1992 filan. (yuh 20 yıl olmuş!) Evde arkadaşlarına bir parti düzenlemek istedi. Annem börek çörek filan bir şeyler hazırladı. Kısır yapmak da bana düştü.

Kendim çok sevdiğim için  bolca yaparım. 1 kilo köftelik bulguru güzelce ıslattım. Ben 1’e 1,5 suyla ıslatıyorum aynı pilav gibi-çok kuru sevmiyorum çünkü. Sonra salça, ince kıyılmış 1 büyük boy kuru soğan, tuz, kimyon, nane, karabiber, kırmızı biber ve sumağı da koyarak güzelce çiğ köfte yoğurur gibi yoğurdum. İçine ince kıyılmış taze nane, maydonoz, marul, domates ve salatalık (ben koyarım) koyup karıştırdım. Orta boy bir leğen dolusu kısır oldu! 1 limon sıktım. Biraz da zeytinyağı. Sonra kardeşimden rica ettim: “Bana dolaptan nar ekşisi verir misin?”

Annemlerin evinde her şey memleketinden gelir-sucuk, pastırma Kayseri’den, kaymak Afyon’dan,  zeytinyağı Ederemit’ten… vb Haliyle her memleketten gelen ürün gibi, şaşal şişesinde, turşu kavanozunda filan olur bu ürünler. Nar ekşisi de Antakya’dan aramıza katılması sebebiyle, bir pet şişede isimsiz cisimsiz durmaktaydı dolap kapağımızda.

Neyse kısırın son ama en önemli lezzet dokunuşu olarak, nar ekşisini şöyle göz kararı gezdirdim üzerinde. Karıştırıp bir kaşık tattım ki, kısır basbayağı tatlı. Aslında karıştırırken anlamalıydım, smack smack smack diye benzerine bataklıklarda rastlanacak şekilde ses efektleri eşliğinde karıştırabildim ancak. Meğer nar ekşisi diye aldığım şişe, pekmezmiş!

O kadar malzemeye mi yanayım, emeğime mi yanayım, yoksa az sonra gelecek misafirlere bir ikram azalacağına mı telaşlanayım bilemedim. Hiç bir şey söylemeden, bu gelgiti kendi içimde yaşayıp 1 limon daha sıktım, biraz da acı...  Çin mutfağını hatırlatır şekilde tatlılı ekşili acılı bir kısır oldu. İnanmayacaksınız, kapalı gişe oynadı. (Tabi söylemem lazım, o gün hitap ettiğim kitle tam ergenlik çağında bilmem kaç delikanlıydı! Ne yediklerinin değil ne kadar yediklerinin önemli olduğu bir dönemde olunca silip süpürüvedirler tatlıymış, ekşiymiş bakmadan)

(Benim zavallı kardeşime “ye ye pastaneden aldık”  diye deneysel, parça yumurtalı krema yedirme hikayem de vardır. Onu da sonra anlatırım. Sanırım Aytuğ’un dediği: “dışarıda kanatlı melek, evde çatallı şeytan” pek de yanlış bir tespit değil benim için.)

Çin mutfağını seven lezzet avcıları, mutlaka bu eşsiz lezzeti denemelisiniz!

Böyle sofistike bir tarife uygun olarak yazıyı Julia Child gibi, tiz sesimle bağırarak bitireyim: “Bon Appétiiiiiiiit!”

Döküldük


HİÇ geçmeyecek mi benim bu hastalığım? Neden hep BEN hastalanıyorum?”

Bunu, gözlerinde yaş hisli bir ses tonuyla söyleyen,  bardağın hep boş tarafını gören, sabır ve olumlu düşünme konusunda zerre kadar bana çekmeyen Ela. (Beğenilmeyen huylar hep babaya çeker, hala öğrenemeyen var mı?)

Çarşamba günü okuldayken dayanılmaz bir başağrısı çekmeye başlamış. Ben eve geldiğimde, hiç alışık olmadığım şekilde uyuyordu! Benim geldiğimi farkedince, ağlamaya başladı ve yukarıdaki repliği sarfetti. Halbuki kendisi senede 1 kez hastalanan ve bu hastalığı da en hafif biçimde ve en kısa sürede  geçiren bir bünyeye sahip. Lezzetli ağrı kesicilerle akşamın geri kalan kısmını şen şakrak geçirdik. Sabah hafif bir boğaz ağrısı dışında bir sıkıntısı olmayınca, perşembe de okula gitti. O günü vukuatsız ama iştahsız ve biraz halsizce geçirmiş. Akşamına ateşlendi. Sabah ise karnında, göğsünde isilik gibi kırmızı pütürüklerle uyandı. Bu iyi haberdi, çünkü döküntü genelde bu tip hastalıkların son safhasıydı. Gayet enerjik görünmesine rağmen bulaşıcı olabileceği için okula gitmedi. Zaten sonra teşhis de bulaşıcı olduğunu doğruladı: “kızıl”.

Tabi Ela’nın durumu belli olunca gözler evde sürekli öpüşüp sarılarak tükürük alışverişinde bulundukları Ayça’cıka yöneldi. Cuma ve takipeden günlerde durmadan hastalığın ilk safhası baş ağrısı durumunu sorup durdum. Neyse ki Ayça’nın bünyesi kızıla pek itibar etmemiş!

Haftasonumuzu milim boş kalmadan uçuca aktivitelerle doldurmuştum, ama sen ne planlarsan planla sonuçta yaşadığın bu plandan çooook farklı olabiliyor. Bizimki de öyle oldu.

Cumartesi sabahı eski iş yerimden bir grup arkadaşla çocukları kaynaştırma ve durum güncellemesi başlıkları altında bir “kısır şenliği” planlamıştık. Bu buluşmada kısır çok önemliydi.  Çünkü bu grup ilki 2006’da olmak üzere  muhtelif defalar topluca kısır yemeye niyetleniyor, fakat bir türlü başarılı olamıyorduk. Bu sefer çok yaklaşmıştık, ancak olay bensiz gerçekleşmek zorunda kaldı!

Zaten kısır konusunda kısır olan benim! Anlatayım. 2006 yılının eylülünde o zaman çalıştığım şirketimizde yeni bir yapılanmaya gidilmiş ve bir kısım arkadaşımız aramızdan ayrılmak zorunda kalmıştı. Pazarlama bölüm şefimiz de ayrılacaklardan biriydi. Şirkette adetti, her gidene bir bölüm yemeği yapılır,  bir hediye ile uğurlanırdı. Bölüm şefimiz böyle şaşalı bir uğurlanma istemediğini söyledi. Çok yakın bir dönemde babasını da kaybetmişti zaten. Dolayısıyla bölümden çok sevdiği kişilerle, işe çok yakın olduğu için bizim evde ve çok sevdiği için de kısır eşliğinde sıcak bir uğurlama yapalım dedik. Eğer şirkette bir organizasyon yapılırsa o da ekstra olacaktı.

Hem ev sahibi olmamdan ötürü, hem de böyle organizasyonları gözü kapalı yapabildiğimden milleti toparlama işi bana düştü. Neyse o şunu dedi, bu bunu dedi, sonunda olay evde kısır‘dan, dışarıda yemeğe dönüştü.

Bir akşam bir cafede buluştuk, aklımızca arkadaşımıza veda ettik.

Ertesi sabah 10 dakika kadar gecikerek işe geldiğimde bölüm sekreteri müdürümüzün odasında beni beklediğini söyledi.  Ben gecikmeme laf etmesini beklerken, çoook farklı bir konudan azar işittim.Suç iddiası şöyle : Şirkette planlı ve örgütlü bir şekilde kısır çetesi oluşturma, bölüm içinde hizipçilik yapma, bölüm müdürünü hiçe sayarak derin pazarlama kurma, yazılı olarak örgüte eleman toplama(buluşmayı email yoluyla organize ettim de)…

Size yakın tarihimizden bir şeyleri hatırlattı mı? Hani ortada suç yok, delil yok, ama içerdeler?

2 saat kadar süren duruşmada şok olmuş bir şekilde, boğazım düğüm, gözlerim yaşlı suçlamaları dinledim. Müdürümüz baktı ben pek salak görünüyorum, bu bunu tek başına yapmış olamaz dedi herhalde. 2 kişi daha aldı odaya, o günkü buluşmada aramızda olan. Onlar da safçık çıkınca, 2 kişi daha… Kala kala odaya almadığı 3 kişi kaldı!

O azara çağrılmayan 3ün1‘i  hafta sonu müdürümüzleymiş, doldurmuş da doldurmuş. Kendisi alkış toplayabilmek için “müdürümüz efendimiz sizin arkanızdan iş çeviriyolla-sizi hiçe sayıyolla, bölümü bölmeye çalışıyolla” diye anlatmış bir sürü martaval. Yahu, madem yaptığımız öyle bölücü bir buluşmaydı, şöminenin yakınına çöküp, niye kikir kikir kikirdedin durdun gece boyunca?

Bu benim kişisel iş yaşamı tarihimde müdürümden işittiğim ilk ve tek azardır! Bana ne mi öğretti?

Hiç bir şey.

Tüm bu azarın doğuş sebebi kısır’ı hala çok seviyorum.

Halen organizasyon işine bol bol soyunuyorum.

O 3ün1‘i arkadaşa da tek laf etmedim konuyla ilgili. O da olaydan sonra yaltaklandı durdu çevremde. Anlaşılan kabağın benim değil başkasının başına patlamasını bekliyormuş, ben kim vurduya gitmişim.

Cumartesi eski sanıklardan 3-4 kişi buluşacaktık ve yiyemediğimiz kısırı yiyecektik! Ama olmadı. İlahi adalet vurdu tepeme,” sen evde otur, kısır çetesi kurmak yok” dedi.

Biliyorum kızıldan girdim, kısırdan çıktım… Dudak bükmeyin, alakasız görünüyorlar ama aralarında 3 benzerlik var. Bulabildiniz mi?

Kısır demişken, sonraki yazıda size kendi icadım pekmezli kısır tarifi vereyim. Parmaklarınızı yiyeceksiniz!

Benim Kelimelerim


Kelimeler oyuncağım

Kelimeler en kuytu limanım, sığınacağım

Yeri gelir çelikten zırhım ardına saklandığım

Yeri gelir zehirli ve keskin kılıcım!

Bazen dilimin ucunda asılı kalır, çıkamaz

Bazen de deli bir nehir, kabına sığmaz

Kelimeler

Sakladığım, sustuğum, konuştuğum, küstüğüm

Sevdiğim, içimi titrettiğim…

Kelimeler. Benim kelimelerim

İçinde binbir renk saklı mücevherlerim…

Uzun zamandır şiir koymuyordum.  Ay’la ilgili bir şiiri koyacaktım aslında ama “benim kelimelerim”  şiir güruhunun arasından sıyrılıp, “beni koy beni koy” dedi bugün. Öyle olsun. Vardır bir hikmeti.

Yazımı özlü bir sözle bitirmek istiyorum:

“Benim kelimelerim, sizin kelimeleriniz.

Okuyunuz,okutunuz… Çekinmeyiniz!”

Ben Kimim?


Korkmayın, bu resmi koyarak kendime “kabak” demek istemiyorum.

Peki “ben kimim” sorusunun ardından bu resmi koyuyorsam ve ben kabak olduğumu düşünmüyorsam bu  kabağı niye koydum?

5846 Sayılı Fikir ve Sanat eserleri Kanunu başlıklı yazımın yorumlar kısmında Selgin GB’nin son yorumuna, o yazıya dek el bildiğim Hande “Aralık’ta geldiğimde birlikte bi kahve içelim mi?” diye soruyla karşılık verince, ben de “boşverin kahveyi topluca yiyelim, içelim, gülüşelim “ önerisini getirdim. 23 Aralık Cuma akşamı bizim evde toplaştık.

Hande çok nazik ve ince düşünen bir insan-tüm ailesi de öyle. (Selgin, yüzünü ekşitme, siz de naziksiniz. Nazik ve KOMİK) Benim yazdığım yazıların satır aralarından itinayla seçtiği (seçtikleri) ipuçlarından ellerini kollarını doldurup o kadar isabetli hediyelerle gelmişler ki, ailemizin tüm fertlerinin  yüzüne yayvan gülücükler kondurmayı başardılar! Yukarıdaki kabağı da hiç üşenmeden, taaa İsviçre’den getirmişler; aramızdaki kabak yazışmalarına istinaden. Yani bu kabak, o kabak.

O akşam, pek keyifli geçti- tüm katkıda bulunanlar için binlerce teşekkürler. Şimdi size şunu yedik, şuna güldük diye anlatacak değilim. O akşamın, benim için en önemli anından bahsedeceğim:

Yemeğin bir kısmında Hande, kakarakikiri’yi izlemeye “gülümsemeyi” düstur edinen sloganı sebebiyle başladığını anlatıp, kendi isminin anlamını bilip bilmediğimi sordu. Cevap için “ııı”larken, fonda kulağımda şu dizeler çalmaya başladı.

“Sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde
Bülbül sesi var şarkıların nağmelerinde
Bir taze emel var şu kızın handelerinde”

“Yanakla ilgili bir şeydi, gamze miydi, gülmek miydi?” diye geveledim.

O beni daha fazla zorlamadı, anlatmaya başladı:

İranlı bir meslekdaşıyla sohbet etmişler. “Hande, Farsça’da tebessümle, kahkaha arası bir kelimeymiş. Selgin’in yorumuyla “Ne tebessüm gibi ezik ve silik, ne de kahkaha kadar haddini bilmez!” Yani dozunda ve ölçülü “gülmek”.

Sonra gözler bana döndü: “Peki Esra ne demek?”

Sahi ben kimim? Esra ne demek?

Hande gelmeden eşiyle konuşmuş, bilememişler. En iyisi isim sahibine sormak demişler. İyi de, sahibi tatmin edici bir cevap verebilecek mi?

“Kur’an’da bir sure” dedim.

“Peki ne demek?”

Politikacılar gibi, direkt cevabı vermeden, topu taca atmaya çalıştım: “Surenin adı İsra suresi, peygamberimizin miraca yükselişinden bahsediyor. “

“Peki ne demek?”

“Kur’an’da bir sure!”

“İyi de manası ne?

Bu noktada kaçarım kalmamıştı: “Bilmiyorum” diye itiraf ettim. Ne ayıp.

O anda aklıma bir şey geldi, lisede edebiyat öğretmenimiz bana ismimin “Sır dolu kadın” demek olduğunu söylemişti. Yine de emin değildim, hiç bir yerde bu manaya rastlamamıştım.

Hemen ertesi sabah araştırdım. İsmim gerçekten peygamberimizin miraca yükselişini anlatan surenin adı. Bu karanlık ve mucizelerle dolu gecede, sureye adını veren “İsra” kelimesi  de (ya da Türkçe okunuşuyla Esra) karanlıkta yol gösteren manasına geliyormuş. (Figeeeeen merhaba, sen bin kez söyledin bana bunu, ama ben duymamışım.)

Çok beğendim. Bilen biliyor, benim diğer adım da “Aylin”. O da “aya ait, ay ışığı, ayın çevresindeki ışık” demekmiş.

Her iki adım da, ne kadar birbiriyle armoni içinde, ne kadar uyumlu, ne kadar birbirini tamamlayıcıymış!

Arkadaşlarım, takipçilerim düşün önüme ardıma; TÜM KARANLIKLARINIZI çift koldan AYDINLATACAĞIM!

Yeni Yıla Öğrenerek Başlayalım!


Eğer, ilkokula giden bir çocuğunuz, yeğeniniz varsa bu “örüntü” kelimesini bol bol duyuyorsunuzdur. Örüntü kurallı diziler demek. Hani bizim zamanımızın genel yetenek testleri olurdu, mesela 2 üçgen, 3 daire şeklinde giden bir kurallı dizide, bir tanesi boş bırakılır, oraya ne konacağı sorulurdu. İşte şimdi bu dizilere “örüntü” deniyor.

Ela da üşenmemiş yeni yılın ilk gününde örüntüye kulak vermiş; kardeşinin odasındaki tahtaya “Örüntü Ne Diyor?” başlıklı bir yazı yazmış. Örüntünün ne dediğini merak edenler okumaya devam edebilir:

“Örüntü diyor ki:

-Beni yanlış yapmayın. Beni yanlış yaparsanız kurallara uymamış olursunuz. Yo yo örüntüyü bilmiyorsunuz demiyorum, bildiğim kadarıyla siz öğrenmek için yapıyorsunuz. Peki beni öğrenmekten zevk aldınız mı? Eğer aldıysanız ben çok mutlu olurum.”

Bu yazıyı okuyup ne hissedeceği bilemedim:

-Kızımın empati yeteneğine mi sevineyim, kendini bir örüntünün yerine bile koyabiliyor?

-Noktalama işaretlerinin yerinde ve doğru kullanılmasına mı kıvanayım?

-Kıkır kıkır güleyim mi?

-Örüntünün bu kadar hatırşinas oluşuna mı şaşayım?

En iyisi duygularımı bir örüntüyle anlatayım:

1sevinç, 1 kıvanç, 2 kahkaha, 1 şaşırma, 1 sevinç, 1 kıvanç, 2 kahkaha, 1 şaşırma…