Dilim şişmiş anacım; çek ordan bol aksilikli bi anı…


Instagrama yazdığım şeyleri, daha rahat okunması için buraya da koyayım dedim. Sığmayınca yorumlara taşmalar falan, ağız tadıyla okuyamıyorum insan…

Sene 1993, üniversitede ikinci yılım. Değişim Programı ile Kanada’ya gitmeye hak kazanmışım; Hamburg aktarmalı Toronto’ya uçacağım. Tek başıma. Bundan önce sadece 1 kez, o da kapı komşusu Atina’ya üstelik tecrübeli birinin refakatinde uçmuşum. Yani toylar dünyasında beyaz bir sayfayım. Tüm aksilikleri paratoner gibi çekebilecek, bembeyaz lekesiz bir sayfa… 

Öyle de oldu zaten. O yolculukta başıma gelebilecek her şey kombo halinde beni buldu. Hamburg’a kadar uçuşta annemler “uçakta aç” diye bir mektup verdiler. E ben de uçakta açtım. Yalnız nasıl damar bir mektup, sanki son görüşmemiz! Başladım ağlamaya. Yol boyu salyalar sümüklere karıştı. Ne o max 2 ay gezmeye gidiyorum. Neyse öyle böyle şiş gözlerle Hamburg’a vardık.   

Hamburg’da havaalanında bomba ihbarı vardı. Tüm eşyalarımız didik didik arandı. Kanada’da yanında kalacağım aileye götüreceğim hediye, gümüş kakmalı ayna,  metal olması dolayısıyla epey bir tansiyon yarattı. Ben hiç bu kadar yoğun kullanmam gerekmeyen ürkek ve fakat gramer olarak mükemmel İngilizce’mle – Cem Yılmaz’ın şu bahsettiği “I shan’t”li “would rather”lı cümlelerden-  kderdimi anlattım.Tam kontrolleri geçtim ki, uçuşumun başka bir terminale alındığını öğrendim. Hamburg havalimanının büyüklüğü hakkında bir fikriniz var mı? Çok büyük. Belki de Ortadoğu ve Balkanların en büyüğü. Ne akla hizmetse tekerleksiz, omza asmalı bavulumla A terminalinden C terminaline seyirttim. Bağlantı süresi de epey kısaydı ve bence o gün kayıtlara geçmeyen bir dünya rekoru kırmış olabilirim. Meğer, sonraki seyahatlerimde gördüm ki, terminaller arası metro ya da otobüs gibi bağlantı araçları varmış! 

Neyse check in yapıldı, bavulu teslim ettim ve koltuğuma kuruldum. Bu sefer ağlamıyorum. Zaten ağlayacak halim kalmamış. Yanımda konuşkan bir kadın. Benimle muhabbet etmeye çalışıyor ben de kısa kısa cevaplar veriyorum. Meğer kadın konuşkan değil gerginmiş. Kalkıyoruz, boynuma sarıldı resmen, kafasını da omzumla koltuğun arasına soktu. Ben nasıl davranacağımı bilemiyorum. Böyle kazık yutmuş gibi duruyorum. Herkes bize bakıyor gibi hissediyorum. Utanıyorum.  

Kalkıştan sonra kadın biraz daha sakinledi. Uçak boşça olduğu, daha da epey yolumuz olduğu için ben kalkıp o boş yerlerden birine geçtim. Kadından da kurtuldum. Çay kahve servisi başladı. Dedim bir çay keyfi yapayım.  Bir yudum almamıştım ki çayı üstüme komple boca ettim. Sen misin fesat fesat şeyler düşünen?  

Olsun sorun değil, sırt çantamda 1 set yedeğim var. Çok hazırlıklıyım. Hemen tuvalete gittim temiz ve kuruları giydim. Yeni yerime geri kuruldum. Hostes bir çay daha getirdi. Ve hooop onu da üstüme boca ettim. Ühü ühüüüü….İnsan aynı yerden ikinci kez vurulur mu? Bu sefer yedeğim de yok. Peçeteyle nemini aldım. Çayın sıcak ıslaklığı biraz sonra klimanın da etkisiyle buz gibi oldu. Öyle ıslak, çaresiz, sıçan gibi oturdum. Battaniye istenebileceğini de bilmiyorum ki “If you would be kind enough to hand me a blanket, please?” filan diyeyim. Bilsem de söyleyemem zaten çok çekingenim.  

Bitti sanıyorsanız, bitmedi. Öyle böyle Toronto’ya vardık.  Kalabalıkla birlikte bagaj teslime aktım. Bavulunu alan gitti, bavulunu alan gitti. Bir süre boş boş dönmeye devam eden bagaj bandına umutla bakmaya devam ettim. Gelmeyeceğine ikna olunca, bir görevli buldum. “I presume”la başlayan havalı bir cümleyle bavulumun kaybolduğunu anlattım. Form doldurduk.  

Minik sırt çantamla kollarımı sallaya sallaya yolcularını bekleyen insanların durduğu kısma yürüdüm. Elinde adımı tutan karı koca ve 2 sarı kafanın yanına gittim. Çantam olmamasına şaşırdılar tabii. Ama onlara da havalı birkaç cümleyle durumu anlattım. Üstümdeki çay lekeli tişört eşofman ile çantamdaki nemli tişört pantolondan gayrı 1 pijamam, 1 iç çamaşırı yedeğim vardı. Olsundu.  

Aile Toronto yakınlarında, Hanover diye bir kasabada yaşıyordu. Eve gidince, ailenin annesi bana büyük gelen kendi kıyafetlerinden verdi. Banyoya girdim, duş alacağım. Ama nasıl? Duş yok ki? Sadece küvet. Doldurup içine girip çıkıyorlarmış. Şöyle kafandan vücudundan su akıtabileceğin bir düzenek yok. Banyoda kova gibi bir şey vardı. Hey hey. Türk’ün pratik aklının üstesinden gelemeyeceği şey var mı? Güzelce su doldurdum doldurdum, kafamdan aşağı boşalttım.  İşte bütün o yaşadığım talihsizlikleri, uğursuzlukları üzerimdem yıkayıp atıyordum. Tabii birkaç gün sonra o kovanın içinde evin minik sarı kafalılarının çişli şortlarının durduğunu gördüğümde içim bir hoş olmadı değil! Meğer bedenimden akıp giden talihsizliklerin yerini yenileri alıyormuş. 

Ertesi gün annenin kıyafetleri üzerimde, Hanover’in hipermarketine  gidip bavuluma kavuşana kadar idare edebilecek bir şeyler aldık. Bavulum ise tam 1 hafta sonra geldi. Ve ben o ilk 1 hafta boyunca, Türkiye’de hala fes giyip deve üzerinde dolaştığımızı zanneden bir topluluğa karşı ülkemi o market kıyafetleriyle temsil ettim.  

İşte Banu’nun kitabını okurken o günlere gittim. Bu yüzen benim için daha kıymetli geldi. Gerçi Banu benden daha katmerlilerini yaşamış. Ben en azından hapse girme tehlikesi yaşamadım. Aaa bak o da İtalya’da oluyordu neredeyse! Onu da başka zaman anlatırım.  

Eğer göç etmeyi düşünenlerdenseniz, bir bakış açısı olarak Banu’nun göçmenlik maceralarını anlattığı “Gitmek de Kalmak da Zor Geldiğinde” kitabını tavsiye ederim. Biraz güler, biraz hüzünlenir ve kesinlikle Kanada’da yaşamak hakkında en filtresiz ve süssüz şekilde bilgilenirsiniz.  

4 thoughts on “Dilim şişmiş anacım; çek ordan bol aksilikli bi anı…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s