Yes ay du


Hazır İngilizce’den başlamışken devam edelim, bir de İngilizce öğrenmeye başlayan çocukları teste tabi tutma konusu var! Ona kadar saydırılır, sırayla renkler, hayvan isimleri sorulur. Bunların hepsinden  sonra birazcık şaşırtmak için kızıma sordum:

-Atatürk’ün İngilizcesi ne?

Birazcık düşünüp hafif aksanlı cevap verdi:

-Müstafaaa

Du yu spiik İngliş?


Çocuklar Türkçe dışında bir dilin varlığını keşfedince, bitmek bilmez meraklarıyla durmadan “peki şu ne demek?” “peki bu nedemek?” diye sorup duruyorlar. Yeğenim de İngilizce diye bir dil olduğunu öğrenince aynını yapmıştı. Gözünü odanın dört bir köşesinde gezdirip, gözüne çarpan her eşyanın İngilizce’sini sırayla soruyordu.

-Peki kapı  ne demek?

-Door

-Peki balık ne demek?

– Fish

-Peki çorap ne demek?

-Sock

-Haaa, ayağına sok di mi?

Büyüdüm ben artık! (yuh 37 yılda anca yeni mi büyüdün?)


Geçen gün plajda oturuyoruz, arkamdaki şezlongda oturan hanımın doğumgünüymüş, hiç es vermeden telefonla tebrikleri kabul ediyor. Her arayana ballandıra ballandıra tatili, buraların ne güzel olduğunu anlatıyor.(giriş), sonra doğum günü dilekleri için uzata uzata teşekkür faslı başlıyor (gelişme), en son da telefonla tebrik etmelerine rağmen facebook’ta duvarına da doğumgünü tebriği yazmalarını istemesiyle (sonuç) telefon görüşmesi son buluyor. Sonuç bölümün gerekçesini hanımefendi şöyle açıklıyor: “ay kız sen feyse de yaz, havam olsun! Bilmemkime de söyle o da yazsın. Ben burdan bakamıyorum ama eve dönünce size mutlaka cevap yazarım.” İnsan tabi kafa dinlemeye geldiği bir yerde burnunun dibindeki kişi bağıra çağıra-bırakın söylediklerinin içeriğini- konuşunca sinir oluyor! Kadına karşı aman bir yaş daha büyümüş, bugün de doğumgünüymüş diye hiç bir sempati besleyemedim doğrusu. İçimden de söylendim durdum.

Dün de benim doğumgünümdü. Sahilde, yolda, markette ben de gelen tebrik telefonlarını (söylemesi ayıp) kabul ettim. (giriş). Ben de ballandıra ballandıra buranın güzelliğinden bahsettim. (gelişme) Ama vallahi feyse yazın havam olsun demedim! Feyse(!) yazanlar kendiliklerinden yazdılar:P

Yumurta mı davuktan çıkar, davuk mu yumurtadan?


Arkadaşlarımızdan biri Çeşme’de  altın gibi kumu olan, Maldiv’leri aratmayacak şekilde bardağa doldur iç berraklığında denizi olan Altın kum’da bir plaj öğrenmiş, tatilin son gününde oraya gidelim dedik. Elle yazılmış, derme çatma tabelaları izleyerek “adı bir adamın adı olan” plajı bulduk. Etrafta in cin top oynuyor, plaj dışında hiçbir yerleşim emaresi yok.

Kamuflaj pantolonu giymiş, üzeri çıplak, adeleleri artık terden mi, yoksa yağlandığı için mi pırıl pırıl bir meczup bizi karşıladı. Adamın kafasında Rambo misali bir bandanna bağlı. Taktı yedimizi de peşine, hem anlatıyor hem de sahile doğru götürüyor. Biz de uyduk imama, annesini izleyten ördek yavruları gibi kikirdeye kikirdeye adamın peşinden gidiyoruz:

-Şurası restoran. Burda yemek yiyebilirsiniz. Yumurtalarımız davuktan. (Kümes gibi bir yerdeki tavukları kasdediyor. Ama biz kızlar bir kezkoyvermişiz makaraları, “tabi tavuktan, nerden olucaktı ki?” diye kikirdeşiyoruz. Erkekler de “başımıza iş açmayın” bakışıyla bizi susturmaya çalışıyorlar). Rambo devam ediyor:

-Şurası tuvalet. (Eliyle bir tabur askere komuta yağdırır gibi sert hareketler yaparak), sol taraf erkeklerin, sağ taraf kızların. (Biz kızlar “kih keh küh”) İşte şezlong ve şemsiyelere geldik. Kişi başı x lira.

-(En cadı arkadaşımız) ama x/2 demiştiniz?

-Yooo, o tek kişi fiyatıydı.

-Aaa olmaz ki canım, resmen kazıklıyorsunuz. Kalkın gidelim. (Erkekler “susun kızlar, burda adam kesip kafamızı atsa, cesedimizi aylar sonra bulurlar” bakışına dönüyorlar. Ama bizim cadı arkadaş, üstelik adamın üzerine üzerine yürüyerek bağırmaya devam ediyor.) Neyse apar topar, çekiştire çekiştire bağıran arkadaşı tıktık arabaya. Rambo bizi koca bıçağıyla kesmeden, aynı koydaki bir başka plaja! Gerçi orada yumurtalar davuktan değildi ama idare ettik artık.

Sakızlı muhallebi


Şu anda Çeşme’de tatildeyiz. Bundan 8 sene önce de buralardaydık, fena halde Çeşme kakarakikirilerim canlandı. Çeşme’ye sabaha karşı saat 5’te TRT FM dinleyerek girmiştik-zaten  o saatte yayın yapan başka radyo da yoktu.

Tok sesli TRT sunucusunun, o düzgün Türkçesi’le tane tane yaptığı anons aynen şöyleydi: “Kenan Doğulu söz ve müziği kendisine ait olan eşsiz eseri seslendiriyor: Tutamıyorum Zamanı”

Tatilin geri kalanında ise her köşe başında, her gittiğimiz yerde söz ve müziği Nazan Öncel’e ait olan Dudu’yu Tarkan’dan dinledik! Cola Turka’nın çıktığı, Chevy Chase’in reklam filmlerinde “how is yenge? How is çoluk çocuk?” diye sorduğu, sonunda da “bendensin” diyerek kırıp geçirdiği reklam filmlerinin döndüğü yazdı.7 arkadaştık. Akşamları bir Toyota Yaris’e 7 kişi doluşup, Çeşme akşamlarına akıyorduk. Milletin en havalı haliyle ve en oturaklı şekilde geldiği Paparazzi’ye de o şekilde gitmiştik. Otopark görevlisi küçücük arabadan o kadar kişi inince neredeyse küçük dilini yutacaktı.

Babaların babası


Bu gün babalar günü, bugünün şerefine bugünün kakarakikirisi babamla olağan dialoglarımızdan birisi olsun.

Öğle saatlerinde babam telefon eder:

-Akşama balık alayım mı, yemeğe bize gelirsiniz?

-Yok baba, kızlar yolda uyuyor zaten, siz kendiniz yiyecekseniz al.

– Çok konuşma! Ne alayım kızlara? Levrek mi, çipura mı?

-Baba,  biz gelmeyiz.İşten sonra bir yere de uğrayacaktık.

– 7 buçuk gibi koyarım balıkları fırına

– Bab… Peki.

Tüm babaların;, her nerdeyseler, BABALAR GÜNÜ KUTLU OLSUN.

Koyver gitsin….


Çok yoğun dönemlerin ardından- sınav dönemi olsun, evlilik dönemi olsun, çalışıyorsanız rapor, sunum, bütçe dönemi olsun-, yoğunluğun hemen ertesi günü insan kendini bir boşlukta hissediyor. Bana geçenlerde oldu; 9 Çarşamba’nın işi bir araya toplanmıştı ve ama 10., 11. 12. işler biz de geleceğiz diye sorgusuz sualsiz geliyordu üstüme üstüme. Çok gergindim tabi. İşte bu gerginliğin ortasında bir müzik sesi bakışımı değiştirdi. Etrafımdakilere uyup, müzikle kıvırtmaya başladığımda, yetişecek şeylerin hepsi yetişti. Esas önemlisi de keyifle yetişti. Neyse konunun kakarakikirisi o değil; işler bitti, ertesi gün ben kendimi feci bir boşlukta hissettim.  Böyle durumlarda kilitlenir kalır, ben kimim, ne yaparım, zaman nasıl geçer, meşgalem var mıdır bir türlü kestiremem.

İşte bu boşluk anlarında hep bir arkadaşım gelir aklıma, üniversite döneminde birlikte kamp yaptığımız bir arkadaşım. Gençlerarası Değişim Kampı denilen bu kamplarda bir komite başkanının önderliğinde 8-10 kadar kamp görevlisinin sorumlulukları kampın organizasyonu, lise ya da üniversite çağındaki misafir kampçıların havaalanından karşılanması, aile yanlarına yerleştirimesi, sonra aile yanlarından alınması, 1 hafta kadarbizimle birlikte  Robert College’de misafir edilmesi, sonra da evlerine uğurlanmaları gibi işler. Tabi kamp görevlisi olarak yük çok ağır; en son yatıyor (hatta bazen, her ne kadar keyfi de olsa, sabahlıyor), ilk kalkıyor ve programın düzenli akmasını sağlıyorsunuz. İşte bu yorucu kamp günlerinin ardından arkadaşım havaalanına belki 10. seferini yaptıktan ve son çocuğu da yolcu ettikten sonra eve gitmiş. Yatağa sürünerek ulaşmış, uzanıp tavana dikmiş gözlerini. Sonra “aaaaaaaauuuuuaaaaaauuu” diye ulumayla feryat arası bir çığlığı havası kaçan balon misali koyvermiş. Ben de onun  gibi yaptım, ne yapacağımı bilmediğim o anda uludum tutulan aya karşı. Çok iyi geliyor:)

Kibarım, kibarsın, kibar…


Bugünkü kakarakikirimiz İstanbul’un çok tanıdık manzaralarından biri; bir minibüs ve bir bayan şoför çarpışır.

Şoför: (pek kibar bir şekilde):Han’fendi,  koca arabayı nasıl görmezsiniz efendim, durduk yerde sizin de benim de başıma iş açıldı. Kaç gün işe çıkamıycam şimdi. (içindeki canavar çıkıverir) Ağzına sıçtınız arabanın (tekrar kibarlığa dönerek) han’fendi.

Kirlenmek Güzeldir, peki ya bitlenmek???


Siz hiç bitlendiniz mi? Ben iki kez bitlendim. Birinde daha okula bile gitmiyordum. Hemen saçlarım kısacık kestirilmiş, türlü zirai ilaçlar kafama sürülmüş- buna rağmen İzmir fuarına olan gezimiz iptal edilmemişti. İyi ki de edilmemişti. Kesilen saçlarımın ve ilaçlar sebebiyle yüzülen kafa derimin acısını son hızla dönen balerin pek de güzel hafifletmişti. Laga luga denilen ve çalkalayan oyuncak ise bit olayını tamamen unutmama sebep olmuştu. Geçen o gün balerinde çekilmiş fotoğrafımı buldum, kafam ilaç sebebiyle pırıl pırıl, ama keyfime diyecek yok!

İkinci seferinde orta okuldaydım, kuzenimle saç karıştırmaca oynuyorduk. Sırayla saçlarımızı karıştırıyor, etrafta kepekler uçuştukça da keyifle kıkırdıyorduk.   Sıra kuzenime geldiğinde, önünde oturduğumuz masanın üzerine minik kahverengi bir şey düştü, bir böcek.  Panik içinde teyzeme seslendik. Minik bir araştırmadan sonra, ikimizin de bitlendiği ortaya çıktı. Eniştem nöbetçi eczane bulup, ikimize birer şişe bit şampuanı aldı. Sonra da teyzem banyoya sokup resmen kaynar suda ikimizi de kırkladı. Neyse ki çabuk kurtulduk.

Bitlenme olayında, bitlenen taraf olmak meğer işin en kolay kısmıymış, sonuçta alt tarafı bir büyüğün dizine yatıyorsunuz ve o kafanızdaki bitleri, sirkeleri ve yavşakları temizlerken sabırla bekliyorsunuz.  Bu her 2 ucu da kirli değneğin, daha da kirli olan tarafı maalesef, biti fark edip, temizleyen taraf  olmakmış. İşte ben bunu, her şeyde olduğu gibi başıma gelince anladım. Bir gün arabada, eve dönüyoruz.  Arka koltukta, büyük kızım kucağıma yatmış, ha bire kaşınıyor. Ben de bu gibi durumlarda yapılan klasik espriyi yaptım: “kız, yoksa bitlendin mi, kaşınıp duruyorsun?” Elimde çok değerli ülkelerin çok değerli üniversitelerinde yapılmış bir araştırma sonucu yok ama, “yoksa bitlendin mi, kaşınıp duruyorsun” esprisi yapılan 100 kişinin, en azından 50’sinin sonuçta gerçekten bitlendiği için kaşındığının ortaya çıktığından eminim. Ben bu cümleyi söyledim ve o anda yıllar önce benim kafamdaki bitlerin de bu replik sonrası tespit edildiğini hatırladım. Vücudumu bir sıcaklık kapladı. Saç aralarına baktığımda saç tellerine sıkı sıkı yapışmış,  kepek gibi fakat rengi kah kahverengi, kah beyaz olan şeyler gördüm. Yine çocukluğumdan hatırladığım bir sahneyi, bu kez annemin ya da teyzemin rolünü ben oynayarak tekrarladım: bu saça tutunan kepeğimsi şeyi saç telinden sıyırıp iki tırnağımın arasına alarak “çıt” diye çıtlattım. (Iyyyy) Bir süre acı gerçeği reddettim, kendi kendime bunun bit olmayacağına inandırmaya çalıştım. Ama sonra kelimenin tam anlamıyla çöküp; “aaa sirke bunlar” demişim. Sesim öyle acıklı çıkmış olmalı ki, kızım bu paniğimden korkup ağlamaya başladı. Burada çocuğu henüz bitlenmemiş anne-babalar için yazıyorum: benim gibi paniğinizi çocuğunuza asla belli etmeyin. Sonuçta çocuğunuzun bu dünyada cesaret aldığı, tepkilerine güvendiği ve örnek aldığı en önemli kişi sizsiniz. Sizin paniklediğinizi görünce, o da paniklenecek bir şey olduğunu düşünüp, sizden daha çok çöküyor. Onun ağlamasıyla hemen kendimi toparladım ve ballandıra ballandıra kendi bitlenme hikayemi anlattım. Arabada o sırada bulunan iki arkadaşım da aynısını yapınca, bunun ne korkulacak, ne de utanılacak bir şey olmadığına ikna oldu neyse ki. Bu sırada aslında benim içimde fırtınalar kopuyordu ve ağlamak istiyordum. Yine aynı benim hikayemdeki gibi, ilk durağımız eczane oldu.  Ben, lafı fazla uzatmadan, eczacı kalfasına ezbere bildiğim tek bit şampuanını ismini söyledim. O sırada eczanedeki sandalyelere oturmuş, koyu bir sohbet eşliğinde emekli sandığının ilaçlarına onay vermesini bekleyen yaşlıca iki kadın, sohbeti bırakıp, bana kulak kesildiler.  Ben kendilerine hiçbir şey danışmamış olmama rağmen, ikisi de bit konusunda bildiklerini sıralamaya başladılar; efendim, bilmem ne marka ilaç daha başarılıymış, çocukların yakasına kafur asmalıymış ki bit gelmesinmiş, mutlaka sıkı dişli  tarakla taramalıymışım. Sonra başladılar kendi bitlenme hikayelerini anlatmaya. (Benzeri bir durum, bir de hamile olduğunuzda başınıza geliyor. Etrafınızdaki tüm kadınlar size en ince detayına kadar doğum anılarını anlatıyorlar; öyle ki siz o içinizdeki bebeği yutmak, yok etmek istiyorsunuz!) Neyse bir şampuan bir de çelik sıkı dişli tarak alıp çıktım eczaneden. Bu arada ben de, bitlenmememe rağmen psikolojik olarak, ha bire kaşınıyorum.  Eve girer girmez, hem kendimi, hem kızımı bu şampuanla yıkadım. Sonra da başladım hatır hutur taramaya, taranmaya. Kocamın saçları döküldüğünden, küçük kızımın da henüz çıkmadığından, ikisi de bu taranma, ayıklanma seanslarından muaf tutuldular. Yalnız o çocukluğumdan bildiğim şampuan artık pek bir demode kalmış, onun için 2. Gün için sıkılıp kafada kalan, daha etkili bir ilaç aldık. Tarih tekerrürden ibarettir, bu kez fuara değil ama, kızımın yağlı pırıl pırıl kafasıyla, Ankara’da bir düğüne katıldık. Pistte beyaz bir kelebek gibi salınırken o da bir gün önce döktüğü gözyaşlarını tamamen unutmuştu!

Benim de tercihlerim var, ben de insanım


Arabada eve dönüyoruz. Düzeni şaşmasın diye uyumasın istiyorum.

Ben: Kızım uyuma!

Kızım: (gözler baygın baygın) Uyumayı tercih ediyorum.

“Tercih” ediyormuş. Aynı bu şekilde bir keresinde de yine uyurken yanına arkadaş olarak babasını değil de beni istediğini “annemi tercih ediyorum” diye ifade etmişti. Ne istediğini bilmek güzel!

Bitti


Gençlik başımda dumaaaan günlerden birinde, kocamın yeğenlerinin başında beklemek üzere görevlendirildik. Çocuklar severler diye pizza siparişi verdik, oyun-koşturma-eğlence diz boyu… Her şey yolunda. Sonra bir ara yeğenlerden küçük olanı tuvaleti geldiğini söyledi, kendi başına tuvalete yöneldi. Biraz sonra içerden bir ses:

-Bittiiiiiiiiiii

Biz kocamla birbirimize baktık. Çocuk bakmanın bu kısmını hiç düşünmemiştik. Ben “senin yeğenin” diyerek göreve onu gönderdim. Tam yüzüme zafer gülüşü yerleştirmiştim ki, kocam geri döndü: “seni istiyor.”

Yumurta mı anneden çıkar, anne mi yumurtadan?


Geçen alışverişteyiz. Ben eğilmiş tişört bakıyorum. Kızım belime sarılıp, kafasını arka hava yastıklarıma gömdü! Herkes garip garip bakıyor.

-Kızım n’apıyorsun?

– Kokluyorum (çok normal bir şey ya)

-Ha tamam o zaman

Sanırım genetik, zamanında kardeşim bir günde annemin eteğinin altına girmişti, “Ne arıyorsun evladım orda?” diye soran annemi de “tavuk” cevabı vererek dumur etmişti.

Kornaya bas be kadın!


Araba kullanırken, herkese yol veririm, neredeyse kornanın yerini bilmem. Geleneksel Türk şoförleri için ne kadar sıkıcı olduğumu tahmin edersiniz artık!Geçenlerde babam olacak yaşta bir beyle bir yere gitmemiz icap etti, direksiyonda da ben varım. Ben her türlü trafik kuralına uyarak, yavaş yavaş ilerliyorum. Yanımdaki bey de , sağa geçin, sola geçin, frene basın, yavaşlayın, hızlanın diye bana direktifler veriyor. Gerçi ben yine bildiğimi okuyorum ya neyse. Girilmez yazan yollara filan sokmaya kalktı, tabi ki girmedim. En son önüme kırıp yol çalan bir minibüse dayanamadı artık, baktı ben paşa paşa yol veriyorum, üzerimden uzanarak o bastı kornaya “daaaaaat” diye! Ben bıyık altından kikirdedim tabi, o hiç farkında değil, sağa geçin sağa geçin diye direktiflerine devam ediyor. Aklıma geldikçe de gülüyorum.

Değiştirmek ya da değiştirmemek, işte bütün mesele bu


Geçen gün bir doğumgünü hediyesi geldi. Hediyeyi gönderen, hediyeyi getireni sıkı sıkı tembihlemiş:” aman değiştirme kartını kaybetme, ayrıca ver” diye. Biz de hediye alış verişi sırasında bunun baya bi makarasını yaptık, “aman kaybolmasın, iyi bir yere koy” filan diye. Sonra ben hediyeyi verene rastladığımda ilk sorduğu, “değiştirme kartını aldın di mi?” oldu. Buna da içten içe güldük. Sonra gel gör ki hediyenin bedeni olmadı, değiştirmek gerekti.

Bu sabah değiştirme kartını aradım taradım, koyduğum yerde yok, işin kötüsü koyma ihtimalim olan hiçbir yerde de yok! “Aman kaybolmasın” makarası yaptığım sahneler bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti, dedim kesin ah aldım. Sonra evdeki “profesyonel atıcı” geldi aklıma. Allahtan geri dönüşüm kutumuz var ve kağıt olduğu için değiştirme kartı geri dönüşüm çöpünü boylamış. Şimdi gidip hediyeyi değiştireceğim. Değiştirme kartını uzatirken niye gülümsediğimi satıcı kız anlamayacak tabi.