Şu uçak kaçırıp, bir sonraki uçağı beklerken sarı, üstü köpüklü soğuk şeyler içip içip fena halde yumuşadığımız Londra gezimiz var ya…
İşte o gezide, sonunda bindiğimiz uçakta, bize İngiltere’ye girişte doldurulmak üzere birer form verdiler. Nedense ilk doldurma işi bana düştü.
Uzun zamandır bu tip formlardan doldurmamışım. Mesleği kısmına gelince, duraksadım. Meslek deyince, mezun olduğun okul mu, yoksa yaptığın iş mi yazılır diye düşünürken, Elif yanımdan “employer (işveren) yazacaksın” diye gayet kendinden emin söyleyince mesleği hanesine işveren yazıverdim. Aytuğ o sırada uyukluyordu.
Sonra Elif doldururken, baktım mezun olduğu bölümü yazmış.
Sonra Aytuğ aldı, o da bölümünü yazdı.
Benimle bir güzel dalga geçtiler: “hahaaa işveren diye meslek mi olur!” diye. Uleyn siz sufle vermediniz mi? Bi daha bu formları ilk dolduranın!
Neyse elimizde formlarımız giriş kapısındaki memurların önünde sıra olduk. Kırmızı yüzlü İngiliz memur üçümüzü aynı anda çağırdı.
Benim şamar oğlanlığım devam etti, ilk benim kağıdımla başladı. “Ne iş yapıyorsun?” diye sordu.
Ben ağzımı açmak üzereyken, Elif “O bir işveren” deyip kikir kikir gülmeye başladı.
Sevgili kocam “Üniversitenin İşveren Bölümünden mezun oldu” dedi.
Ben gülmemek için dudağımı ısırarak memura baktım. Sağımı solumu dürtükledim.
“Uçağı kaçırdık, bir de sınırdan geri gönderilirsek tam olur.” diye düşünceler geçiyor kafamdan.
Hani biri başlatır ve kıkırdamanızı tutamazsınız ya, hepimiz birbirimizi tetikleyerek yokuş aşağı saldık kendimizi kıkır kıkır kıkırdıyoruz kırmızı suratlı memurun önünde.
O ise çok ciddi.
Ben arada toparlamaya çalışıp, “kafaları çekmiş bunlar diyecekler. almayacak adam. susalım.” filan demeye yelteniyorum ama ne mümkün kak kak kaak kik kik kiik…..
Neyse parmak izi filan benim kısmım bitti.
Sıra kocama geldi. Elif yandan bağırdı “O da patron” diye. “Bu ikisi karı koca. Biri işveren, biri patron.”
Ben ağlamaklı gülmeye devam ettim.
Memur ciddileşti, ağzının içinde: “Bu durumda sen de çalışanlarısın bunların” dedi.
Onun da şakaya ortak olduğunu -Allah’tan- görünce biz iyice koyverdik, ha hah haaaa.
Bu arada saat gece yarısına yakın. Kimse neşemize anlam veremedi tabi.
Neyse bu gezi boyunca aramızda şaka oldu, employer aşağı, employer yukarı!
***
Oradaki 3. günümüzün akşamına bir müzikale bilet aldık. Sabah haldır huldur turistik mekan dolaşıp, akşamına da Billy Elliot seyredecektik.
Ben turistik bir geziye gitmemizden dolayı minnak çantamda sadece kot-tişört götürmüşüm.
Sabah kahvaltıdan sonra Elif; “Bende elbise var istersen” dedi.
Bu, “kılığına biraz çeki düzen ver-bunlar olmamış” demekti.
2 kadın- ev sahibi ve Elif- beni şöyle bir döndürdüler, evdeki 3. kadın müzik çalarak bize psikolojik destek verdi… Bir anda Türkan Şoray’ın “Ben dünyanın en güzel karısıyam” ına benzer bir dönüşüm yaşadım.
5 dakika sonra kibar fakat alımlı bir makyajla, kabartılmış saçlarımla, elbise, palto ve rugan çantamla iş görüşmesine hazır bir haldeydim!
İşte o kılıkta Thames kenarında çekilmiş bir fotoğrafımız feysbuka düşmüş.
Ben de kendimi kasdederek “Şu soldaki kadın niye iki dirhem bir çekirdek. İş görüşmesine mi gidecek?” diye yorum yaptım. Elif gecikmemiş. “yok o employer” diye cevap vermiş!

Size şimdi o pabucumun employer’ının bugününü anlatacağım:
Sabah uyandım. Ela’yı kaldırdım, kahvaltısını hazırladım, kıyafetlerini başucuna koydum. Duma duma dum. Ayça’nın odasına bıraktığı çantasını buldum, kapının yanına uçurdum.
Akşamdan çalıştırdığım çamaşır makinası haliyle durmuştu. Kuruyanların yeteri kadarını toplayıp, yenilere yer açtım, 0nları astım.
Ela’yı okula bırakması için Aytuğ’u uyandırdım. Mutfağa döndüm. O da ne? Mutfak kapısından bir Ayça geçti sanki!
Kuruyan çamaşırların arasından Ayça’nın o günkü kıyafetlerini seçtim-ki onları dolaba yerleştirme derdi olmasın, kıyafetlerle birlikte, hanımefendinin kahvaltısını ayağına götürdüm.
Aytuğ Ela’yı okula bırakmak üzere çıktı.
Ben bulaşık makinasını boşalttım, kahvaltı bulaşığına yer açtım.
Aytuğ geri döndü, kahvaltısının başına oturdu. Kendime kahve yaptım, onu içerek üstümü giyindim.
Ben salona döndüğümde Ayça okula götürmek üzere oyuncaklarını seçmiş, Aytuğ ise camın kenarındaki koltuğuna oturmuş kitabını okuyordu.
“Hadi çıkalım” dedim.
Aytuğ annemi arayıp çıktığımızı söyledi, ben o sırada kendime yolda, kalan buz kahvemle yemek üzere peynir ekmek aldım. Bir de akşamdan hazırladığım çıtır tavukları poşetledim.
Okulun aşçısı 2 ay kadar önce ayrılmıştı. Yemek ve temizliği bir arada temizlikten sorumlu devlet bakanımız sürdürüyordu.
Malesef onun da geçen çarşamba ani bir ameliyat geçirmesi gerekti.
Dolayısıyla -bir süre için- okulda yemek ve temizlik işinin ucundan herkesin bir miktar tutması gerekti.
Annemi işine bıraktık. Sahil yolunda radyo eşliğinde bakına bakına kahvaltımı yaptım. Aytuğ’u işine bıraktık. Okula geldik. Ben mutfağa geçtim, tavukları fırına yerleştirdim, makarna suyunu koydum. O sırada eli boşalan bir öğretmen ayran yaptı.
Öğle yemeği az çok ortaya çıkınca, makinada bekleyen temiz kahvaltı bulaşığını dolaplara yerleştirdim.
Bankaya gittim. Malum ay başı.
Dönerken meyve sebze aldım.
Döndüğümde, çocuklar yemeğe başlamışlardı. Bu yazıya başladım.
O sırada yemek bitti, inip bulaşıkları yerleştirdim.
Kendim de bir şeyler yedim.
Bir çay alıp yazıya döndüm.
Yazı bitince çocukların tuvaletlerini bir kolaçan edeceğim.

Sonra sırasıyla bekleyen işler:
-
Cuma günü İmza: Kızın için yayınevi ile imzaladığımız sözleşmeyi anneme gönderip, görüş alacağım
-
Öğle yemeğinin bulaşıklarını yerleştirip, ikindi kahvaltısı bulaşığı için yer açacağım.
-
İnternet bankacılığından bir iki ödeme yapacağım
-
Cuma günkü sergimiz için bir sağ baştan say yapacağım….
Araya bir yere de dişçi sıkıştırmam lazım. O sanırım önümüzdeki haftayı bekleyecek.
Liste böyle uzayıp gidiyor. Haksız mıyım “Pabucumun İşvereni” demekte…
**
Sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı…. diye bir laf var ya.
Bana uyarlarsak, şöyle oluyor:
Kağıt üstünde işveren, gerçek hayatta ağır işçi, yatakta……yorgunluktan horrrrr!