Veda


Turuncu balığın rengi soldu
Kumral kızın gözleri doldu
 
Anlaşıldı ki, turuncu balık hasta
Bilir mi kumral kız hastalığı bu yaşta?
 
“İyileşeceksin” dedi kumral kız hiç bıkmadan,
Sadece uyuyacağında ayrıldı turuncu balığın başından.
 
Maalesef turuncu balık sabaha öldü
Yine maalesef kumral kız bunu gördü
 
Hıçkırıklara boğuldu, ağladı
Geri dönüşü yok, ölümü anladı.
 

Bundan 5 yıl önce, kardeşi doğduğunda, Ela kafasını kardeşe takmasın, başka bir uğraş bulsun diye ona bir balık geldi: İncik. 

Sonra İncik yalnız kalmasın diye yanına Boncuk’u aldık. 2 gün geçmedi, ilk göz ağrımız önce bir köşede hareketsiz bekleşti, sonra da ters dönüp suyun yüzüne çıktı! İşin ilginci, akvaryuma her yeni balık gelişinde, sanki bir kara büyü, bir lanet gibi, bir önceki hastalanıyor ve ölüyordu. Bir süre yeni balık alımını durdurduk. Tek balıkla uzun süre gül gibi geçindik gittik. Sonra “ya bu yalnız olmuyo” gibi kıpırdanmalar başlayınca korka korka yeni bir balık alıp, akvaryuma saldık! Yine 2 güne kalmadan Ela’nın endişeli sesi duyuldu: “Anne balığın üstünde beyaz beyaz bi şeyler var.” İnternetten, bilenlerden öğrendiğimize göre MANTAR! Meğer akvaryuma her yeni gelen balık, eski bulunduğu suyun mantarını getirebilirmiş. Bu yüzden balıkla birlikte akvaryuma bir ilaç damlatılmalıymış.

Hemen 2 balığı ayırdık, türlü ilaçlar damlattık, okuduk üfledik, ağladık. Ama kurtaramadık. Ölüm kısmını çocuklar görmedi. Onlar hasta balığın veterinere gittiğini, orada başka bir balığa aşık olup evlendiğini ve eşinin yanında kalacağını zannediyorlar. Gerçekten inandılar mı, yoksa inanmak işlerine mi geldi bilmiyorum. Ama ikinci bir “ölümle yüzleşme” sahnesi yaşayamayacaktım.

Çünkü İncik’in öldüğünü ilk Ela görmüş, ağlayarak bize haber vermişti. En kötü kısmı ise, Aytuğ’un ölü balığı -bir erkek kalpsizliğiyle!- alıp, klozete atıp, sifonu çektiğine şahit olmasıydı! Hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederken, bir kutunun üzerine “Güle Güle İncik” yazıp, bahçeye kutuyu gömmüş ve aslında kanalizasyonu çoktan boylamış İncik’e bir nevi saygı cenazesi düzenlemiştik. O üzüntüsü arasında Ela, kutuyu İNCİ sanıp hırsızlar çalmaya kalkmasın diye “K” harfine ekstradan vurgu yapmamız konusunda bizi uyarmayı ihmal etmemişti.

Kedi, köpek, balık, kuş…. İsim verdiğiniz andan itibaren, onlar sizi hayata bağlayan neşe kaynakları, tüm angaryalarına rağmen ailenizin bir bireyi oluveriyorlar.

Gelmiş geçmiş tüm evcil DOSTLARA selam olsun. Alır mısın, derseniz de cevabım “Aman, benden uzak olsun!”

Banana Republic


3 sene kadar önce, bir seçim sonrası, kendisi oy kullanmadığı, en temel vatandaşlık vazifesini ifa etmediği halde memleketin ahvaline sayıp söven birisi için, Aytuğ “hem oy verme, hem de at tut” diye söyleniyordu: .

O sıralarda da bizim sitenin genel kurulu var, eski adıyla apartıman toplantısı! Baktım Aytuğ’un bizi temsil etmeye hiç niyeti yok, yukarıdaki cümlesini henüz bitirmişti ki, “hem toplantıya katılıp görüş beyan etme, oy kullanma, hem de boşuna masraf yapıyorlar diye söylen dur .” diye taşı gediğine kodum.

Yan yan gülümsedi. Annemleri ve bizi temsilen toplantıya katılmak zorunda kaldı. 3-4 saat sonra döndüğünde kelimenin gerçek anlamıyla içi ŞİŞMİŞTİ! Aynı lafların dönüp dönüp başka cümlelerle söylendiği, diğerinin söylediğinin dinlenmediği, zaman zaman tansiyonun yükseldiği, hiç bir sonuca varılmayan laf salatası bir toplantı. Toplantının şahlandığı an tiz sesli bir komşumuzun söz alarak “Hepimiz kardeşçe, sevgi içinde, huzur içinde yaşayalım istiyorum. Hepinizi çok seviyorum” temennisini dile getirdikten sadece 5 dakika sonra, toplantı dağıldığında bu sefer bas bir tonda: “ayy ne sinir insanlar” diye mırıldanırken yakalandığı an olarak hala gülüşme konumuzdur!

Nasıl denk getirdi bilmiyorum Aytuğ sonraki genel kurullarda hep yurtdışında filandı. Bir sonraki senekine annem katıldı. O da neredeyse 1 güne yayılmış, gerilimin tavan yaptığı bir toplantıymış.

O sene seçilen yönetim, eve durmadan tutanaklar yollayıp, eskileri kötüleyip, sitede köklü değişikliklere gitti. Önce sağ sol lüzumsuz yere yenilendi, sonra toplu kullanım alanlarının kuralları değişti…Güya bunların hepsi sitemizi kardeşçe, huzur içinde ve olabilecek en az masrafla yaşanabilecek bir yer haline getirmek içindi.

Bu seneki genel kurul en kanlısıydı! İlk önce mevcut yönetimi devirmek için gizli lobi faaliyetleri yürütüldü. Evlere, çocuklar tarafından, gizli gizli mevcut yönetimin foyasının döken yazılar gönderildi.

Mevcut yönetimin eli armut toplamadı. Onlar da güvenlik elemanlarının imza karşılığı dağıttığı kontra yazılar gönderdiler. Tam neye inanacağımızı şaşırmıştık ki, yeni genel kurul yeri olaraktan yakınlardaki bir nikah dairesi belirlendi. “Allah allah, sitenin toplantı odası dururken, neden acaba?” demeye kalmadı, “aaa salonda nikah varmış, toplantı iptal” yazısı geldi. Nikah dairesinde, nikah olması kadar doğal birşey olamazdı.

İptal olan toplantıdan 1 hafta sonra, sivil polisler nezaretinde sitenin toplantı odasında, tüm güne yayılmış, havada küfürlerin ve tehditlerin uçuştuğu, masa altından silah uçlarının gösterildiği,  bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya BABAM ve ANNEM ittifak oluşturarak katıldı. Toplantı bitiminde apartman giriş panolarında şu cümleler yazıyordu: “Bugün, sitemizde 1 yıldır süren İŞGAL SONA ERMİŞTİR! Hepimize hayırlı olsun.”

Darbeci grup, mevcut yönetimi devirmişti.

Ama iş burada bitmemişti. Yeni başkan asansör girişinde güvenlik elemanlarının da içinde bulunduğu eski yönetim tarafından kıstırılmış, tartaklanmış ve tehdit edilmişti. Aleyhte oy verenler, uyduruk gerekçelerle mahkemeye verilmiş, biz site sakinlerine de yeni seçilenlerin hileyle seçildiği, seçimin geçersiz olduğuna, tek iktidarın kendileri olduğuna ilişkin yeni yazılar gönderilmişti!

Yeni yönetim kurulumuz öyle kuru tehdite pabuç bırakacak gibi değildi. Hemen eski yönetimin kendi elemanı gibi kullandığı güvenlikçiler işten çıkarıldı, eski yönetimin kardeşine site içinde bila bedel tahsis ettiği emlak ofisi kapatıldı, askeriyeden emekli bir site müdürü başa getirildi ve tek tek her sakinin ikamet bilgileri muhtar ve site yönetimi işbirliğiyle toparlanmaya başladı.

Anlattıklarımda fazla yok eksik var, sizi temin ederim.

Bizim Muz Cumhuriyetini niye mi anlatıyorum?

Geçen amcam gelmiş, kapıda durdurup, kimlik alıp, boynuna ziyaretçi kartı vermişler! Neyse ki amcam asker emeklisi, ordu evlerinden, nizamiyeden filan alışık kontrole, kart alıp vermeye. Evin içinde bile boynunda kartla oturdu. Hani olur da sizin de bize yolunuz düşerse, 2 resim, noter tasdikli nüfus cüzdanı fotokopisi ve  Muz Cumhuriyeti’ne ziyaretinizin sebebini açıklayan kısa bir mektup bulundurmayı unutmayın diye yazdım. Daha önceki ziyaretlerinizden referansınız varsa, kabulünüz kolaylaşır!

Haa bu arada, babam da denetim kuruluna girdi. Geçen sabah, “emekliyim fosur fosur uyuyayım, hakettim” filan demeden saat 8,5’da kolunun altında dosyası, sinekkaydı tıraşını olmuş, neşe içinde bir site sakininin imzasını almaya seyirtiyordu! Zaten 2-3 güne aylık faaliyet raporu panolara asılır, evlere imza karşılığı dağıtılır. Rahaaaaat. Haz’rol. Tüfeeeek omza.

Sermayeden yemeye devam…


Dün emekli babamın, emeklilik uğraşı Türk Sanat Musikisi korosu konseri vardı.

Annem haliyle kocasını en ön sıradan alkışlamak üzere konsere gitti.

Olağan akışımıza göre Ela’yı okuldan babam alıyor, karnını doyuruyor, ödevini yaptırıyor, bir tur da annem gelince yedirip eve karnı tok sırtı pek halde gönderiyorlar.

Dün, Ela’yı almak üzere annemlere uğradığımda, annemler konserde olduğu için babaannem Ela ile yalnızdı. Ocağın üzerine kendine göre küçük sahanlarda ısıtılmak üzere pinçik pinçik yemekler hazırlamıştı.

Hem babaannemi şenlendirelim, hem de bir kere de benim hayrım dokunsun diye yemeğe kalalım diye düşündüm.

Neyse yedik, içtik, toparladık. Biraz lafladık. Eve dönme vakti gelince, Ela babaanneme döndü:

“Bugün ödev yok, yarın sınav var. Ona çalış.” dedi.

Babaannem uysalca başını salladı.

**

Ela hergün okuldan geldiğinde kendi ödevlerini yaptıktan sonra oturtuyor babaannemi karşısına, o öğrenci kendi öğretmen gibi önce konu anlatıyor, sonra o konuyla ilgili yoklama yapıyor. Yani “muş.” Ben çalışma kağıtlarını görünce öğrendim!

Babaannemin oyundaki adı genelde Eylül!

Eylül çalışkan bir öğrenci. 90’a yaklaşan yaşına rağmen, bir dakika off bunalttın demeden, öğretmenini can kulağıyla dinliyor, soruları cevaplıyor. Yazık tenefüse çıkar çıkmaz da bulunduğu kanepede bir miktar şekerleme yapması gerekiyor!

İşte size Eylül’ün son günlerdeki çalışmalarından bir tanesi. Büyük harfler Eylül’ün cevapları, yeşiller öğretmenin düzeltmeleri.

Yarın da yine sermayeden yer, bir diğerini koyarım:)

 

En büyük sermayem…


Bir kaç gün üstüste çocuklarla ilgili kakarakikiri yazsam bayar mıyım? Ama çocuklar galiba benim en büyük sermayem.

Ela’ya bir proje vermişler. Öykü yazımı projesi.

Ödev neredeyse 1 ay öncesinde verilmesine rağmen, masasında bekliyordu.

Herşeyi oluruna bırakırsam, teslim tarihine 1 kala gözleri şişinceye kadar ağlayacağından hem beni hem kendini yiyeceğinden adım gibi emin olduğum için hafta sonu “hadi ufak ufak şu ödevini yapmaya başla” diye dürtükledim.

Zaten önceden kurguladığı, bu ödeve cuk oturan bir hikayesi vardı, okuyanlar hatırlar. Dolayısıyla onu düzenleyebileceğini söyledim.

Biraz itiş kakış ödevin başına oturdu. Arada ben de mantık hataları konusunda yönlendiriyorum.

O sırada komşu kızı geldi.”Hadi, biraz ara ver, sonra gelirsin, bir bölüm daha yazarsın” dedim.”nasılsa daha vakit var.”

Suratını ekşiterek baktı: “Anne n’olur aradan sonra bir bölüm değil, iki bölüm yazayım. Çok merak ediyorum sonunu.”

“Kızım insan kendi yazdığı şeyin sonunu merak eder mi? Zaten kendin yazıyorsun. Sonu kafanda değil mi?”

“Olsun yine de çok merak ediyorum.”

Sanırım Ela’da büyük yazar olma potansiyeli var. Zira her usta yazar, yazma halini bir trans hali olarak anlatmıyor mu?

Artık ileride gazete röportajlarında filan anlatır: “Kağıt kalemin başına oturuyorum. Sanki içimdeki bir başkası tarafından kelimeler kağıda dökülüveriyor. O ana kadar ne yazacağımı, nasıl yazacağımı, sonunda ne olacağını inanın bilmiyorum. Sizler gibi ben de heyecan içinde sonunu bekliyorum.”

Ben de kasım kasım kasılır: “Bu çocukken de böyleydi.” derim.

İçinizden Hanginiz Cesursa Öne Çıksın Hemen…


Ben bu sanal günlüğe niye başladım?

Çünkü yazmak, günlük olayların beni güldüren yönlerini anlatmak, hoşuma gidiyor.

Bunu aslında internetin olmadığı dönemde kağıt-kalemle birebir olarak yapmışlığım da bol. 2 koca kutu mektubu hala saklıyorum. Tabi bendekiler bana gelen mektuplar. Keşke kendiminkilerden de birer kopya tutsaydım…Gerçi bir kısmının var. İzlen’e bir gezideyken yazdıklarımı-ki gün gün yazmışım detaylıca- okudum geçenlerde ne komik, ne keyifli!Ay biliyorum el yazım korkunç. Git gide de kötüleşti. Üniversitede kimse benden ders notu almazdı, o derece yani! Geçen Ela’ya bir şey yazacağım “Ver ver ben yazayım. Seninkini okuyamıyorum” diye elimden çekti. Sonra da “Anne senin yazın niye bu kadar kötü?” diye sordu. Ben de “küçük motor becerilerim zayıf kalmış kızım” dedim. Ne anladıysa güldü. Tabi benim zamanımda küçük motor becerimiz gelişsin diye boncuk dizdirme, hamur yoğurtma gibi faaliyetler mi vardı?

Sonra internet denilen meret 1995 gibi hayatımıza girince, benim arkadaşlarımla sanal yazışmalarım başlamış. Bir kısmını çıktı olarak, bir kısmını da bilgisayarda saklamışım.

Arşivci bir kişiyim vesselam… Bu özelliğim Hamdi Dedem’den. Onun da yazısı pek çirkinmiş. Bunu kendisi de bildiğinden, fotoğrafların arkasını bile Remington daktilosuyla yazardı.

Bazıları bizim gibilere arşivci yerine çöpçü diyorlar!

**

Bakıyorum da yazış şeklim o zaman da pek farklı değilmiş.

Velhasıl burada yaptığım aslında, o zamanlar birebir yaptığımı toplu bir mektuba dönüştürmek!

Adımı sanımı, çocuklarımın adını, kocamı, işimi açıkça yazdım bir de. Bu doğru mudur bilmiyorum? Bazı blogcular takma isim kullanıyorlar ya.

Tüm bunları düşünme sebebim, Ahmet Çavdar’ın geçen gün yazdıkları.

Ahmet, beni sessiz sedasız, efendice takip eden blogculardan biri. Ben de “kimmiş bu beni takip eden arkadaş?” diyerek yazılarını okumaya başladım. Bu üniversitenin ilk yıllarındaki namazında niyazında gençle sanırım bu sanal alem olmasa yollarımız hiçbir şekilde kesişmezdi. Ben de onun dünyasındaki duyguları hiç öğrenemezdim. Çünkü sağımdaki solumdaki herkes aynı.

Aynı sosyokültürel seviyeden, benzer eğitimler almış, benzer düşünceleri olan, benzer zevklere, hobilere sahip, benzer yaşlarda, benzer insanlar…

Bu kötüdür demiyorum. Tabi ki benzer benzeri bulacak. Ama insan bir süre sonra dünyayı öyle bir yer zannediyor. Dediğim o.

Neyse Ahmet demiş ki: “Blogumda kendimi bu kadar deşifre etmeseydim, şimdi açardım ağzımı yumardım gözümü. Aslında blog açarken düşünmüştüm bunu. Gerçek hayattan hiçbir arkadaşım bilmeyecekti, o zaman özel bir günlük gibi olurdu burası. Ben de çıktım mal gibi yazdım, ismimi soyismimi. Okuluma kadar yazdım. Sanki dilekçe yazıyoz, ulan altı üstü bi blogcusun sen. Ne gerek var bu kadar resmiyete. Okuldan arkadaşların öğrendi de ne oldu. Bi yere kadar iyi idare ettim, günlük yazıyorum diye. Sonra birkaç kişiye verince blog adresimi yayıldı gitti.”

Yan yan güldüm bu satırları okurken. Ama düşündüm de. E ben de ismimi cismimi yazdım.

Dolayısıyla bende de benzeri durumlar olmuyor değil. Tam bir şey anlatmaya kalkıyorum, hiç ummadığım birinden “haa evet şöyle şöyle olmuştu di mi?” diye cevap geliyor!

Sonra aklıma bu işin eskilerinden Tuğba’nın 5 yıllık defneyleyasamak.com serüvenine noktayı koyuşu geldi. Bir okuru isim cisim yazmanın güvenlik açısından tehlikeli olduğunu söylemiş, kişinin hayatının herkese ifşa olmasının otosansür gerektirdiği yorumunu yapmıştı. Tuğba da: “Sansür yorar tabi. Bir yanım benim de takıktı bu mevzuya tabi. Kayınvalidemin gün arkadaşları arasında blogdan bahsediliyor olması, ya da eşimin hiç tanımadığım uzaktan bir akrabasının Defneyi ve bizim evimizi biliyor oluşu yorucu. Ama bir yerden sonra bakmıyor insan onlara. Sen yine de yaz. İster defter olsun, ister blog. İnan, sonra okuyunca çok etkileneceksin…. Sevgiler…”

Sanki burada elveda diyecekmişim gibi oldu.

Bir yere gittiğim yok.

Hatta belki daha yeni başlıyoruz. Hayatım bu aralar pek hareketli. Daha onları anlatacağım.

Bu böyle bir düşünceler silsilesi yazısı olsun. Aklımdan geçenler aklımda kalmasın yani. Nazım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey be Kardeşim’ini okudunuz mu? (Okuyun) Orada Nazım ve sevgilisi bir oyun oynarlar, düşünce yakalama oyunu. (Aklından o anda ne geçiyorsa onu söylersin, sonra da onun çağrıştırdığı düşünceyi: mesela “klavye/ aralardaki tozlar/o tozları toplamak için olan hamurumsu jöle/ jöle demişken acaba evde tatlı var mı…vb)  

Bu yazı da öyle oldu, kopuk kopuk uç uca eklenmiş düşünceler.

Ne çok şey söyledim. Ve aslında HİÇ birşey söylemedim di mi?

 

 

 

 

Bunu duyan Rozi kıskançlıktan geberdiiii…..


Dün akşam çok keyifli bir aile yemeğindeydik. Upuzuuun bir masada, güzel yemekler ve güzel sohbetler…

Masanın baş köşesinde kayınpederim, sağında İrlandalı damat, solunda da oğulcuğu (yani kocam) oturuyordu. Yemeğin başlarında Aytuğ çevirmenlik görevini üstlenmişti, ortalara doğru kayınpederim İngilizcesi’ni saklandığı yerden çıkarmış, “immediately”, “unfortunately” gibi kelimeler kullanarak baya baya kendi derdini anlatmaya başlamıştı!

Bi ara muzip bir çocuk gibi durdu: “A bak bi şarkı hatırladım” dedi.

Böyle dediğinde genelde Türk Sanat Musikisi’nin güzide bir eserini mırıldanmaya başlar. Bu sefer  hatırladığı şarkı, altına hücum döneminde bir madencinin ölüp giden kızının arkasından yakılmış bir ağıt olan “Clementine idi halbuki:

(Dinlemek için bir tık) “Oh my darling oh my darling oh my darling Clementineeee!”

Neşe içinde bu ağıtı söyledi.

Biz hepimiz koptuk haliyle.

***

Eve dönüş yolunda, Ela babası şarkıyı çok sevdi diye bana “hadi anne söyle söyle” dedi. Ben de başladım söylemeye.

Şarkı bitince “Klementayn” ne demek?” diye sordu.

Soruyu üstüne alınan Ayça cevap verdi: “İşte Kayyu’nun kız arkadaşı.”

“Aaa Kayyu evlendi mi? Uzun zamandır seyretmiyordum, kaçırmışım” diye şaşırdı Ela.

Ayça çok sevdiği çizgi filmin, Ela tarafından Türk dizisi formatına dönüştürülme çabasına çok bozuldu: “Kız arkadaşı ne demek Ela? Evlendi mi demek? Sadece arkadaş onlar!”

Hooop Güm


Bu yukarıda görülen ucu uzayan tornavidayı bulan şahıs, eğer sağsa teşekkürlerimi, çoktan aramızdan ayrıldıysa da rahmet dileklerimi sunuyorum.

Geçen akşam Ayça ile okuldan çıktık. Bir elimle kek kemirip diğer elimle arabayı çalıştırmaya çalışıyorum! Sen anahtar elimden fırla, el freninin hemen yanındaki boşluğa kon!

Almaya yeltendim, parmağımı dokundurur dokundurmaz anahtar o boşluktan aşağı doğru süzüldü. Benim de sırtımdan soğuk soğuk terler süzüldü. El, çocuk eli, maşa, çubuk her bir şeyi denedik. (Bu noktada niye yukarıdaki tornavidanın mucidine methiye düzdüğümü anlamışsınızdır herhalde.)

Baktık olmuyor, kocama “gel bizi kurtar” diye telefon ettim. Beklerken, biz de bahçede diğer çocuklar ve onları almaya gelen anne-babalarıyla yerden yüksek oynadık! Takım elbiseli tiplerin bank üzerine tünemesi, Atatürk büstünün kaldırımına ilişmesi, en küçük çocukların mızıklaması gibi bir sahne getirin gözünüzün önüne! Halimiz epey komik.Yerden yüksek şöyle bir oyun: birisi ebe oluyor, diğerlerini ebelemeye çalışıyorlar. Ebeden kaçanlar yüksek bir yere çıktıkları anda ebelenmekten kurtuluyorlar. Falan filan. bol ciyaklı, koşturmacalı bir oyun.

Sonra kurtarıcımız elinde yedek anahtarıyla, etrafında ışıklı bir hareyle geldi bizi kurtardı.

Eve gelince de 3 kişilik bir heyetle bir operasyon düzenleyerek-Kaçakanahtaroperasyonu- yukarıda resmini gördüğünüz ucu uzayan mıknatıslı tornavidayla, anahtarı girdiği delikten çıkardılar.

Bu yazı daha komik olabilirdi. Ama merhametten maraz çıkaran birisi yazıyı yazarken fena halde sinirimi zıplattı. Bu yüzden de şevkim kaçtı.

En iyisi ben bir kaç teşekkür ederek, bu yazıyı noktalayayım. Hem bana da iyi gelir:

Bu yukarıdaki benim çantam. Hani şu içi karmakarışık olanlardan. Anahtarı, cep telefonunu bulmak için haşır huşur girişmek gerekir bu tip çantalara biliyorsunuz.

İşte bu modeli yapanlar, çantanın iç çeperine yukarıdan bağlı bir kanca yapmışlar. Oraya takıyorsunuz anahtarınızı. Gerektiğinde ipi çekerek tak diye anahtarı buluyorsunuz.

Aynı yukarıdaki tornavida gibi, pek faydalı, pek fonksiyonel,  pek incelikli bir zihnin ürünü! Bu tasarımı yapana-hatta bu tip ufak dokunuşlarla hayatımızı kolaylaştıran tüm tasarımcılara da teşekkür.

Bir teşekkür de geçen yazıda satır arasında söylediğim (ne satır arası yahu? açık açık başı kesik tavuk gibiyim dedim)  “bu aralar sıkışığım” mesajından vazife edinip yardım teklifiyle dönenler için! 3 çocuklu bir tanesi kendisi de çalışmasına rağmen yemek listesine göre yemekleri sabahtan yapıp göndermeyi teklif etti! Ataşehir’de oturan bir tanesi evlerindeki yardımcı kadını her gün 3-4 saatliğine okula göndereyim dedi. Bir tanesi gelip burada pişirmeye kalktı… “Aaaa çocuklarımız kim bilir ne yiyip içiyorlar? Pislik içinde mi oturuyorlar?” şakasıyla damarıma basan kuzenime ise sevgilerimi gönderiyorum:P Gel de bi işin ucundan tut!

Pabucumun Employer’ı


Şu uçak kaçırıp, bir sonraki uçağı beklerken sarı, üstü köpüklü soğuk şeyler içip içip fena halde yumuşadığımız Londra gezimiz var ya…

İşte o gezide, sonunda bindiğimiz uçakta, bize İngiltere’ye girişte doldurulmak üzere birer form verdiler. Nedense ilk doldurma işi bana düştü.

Uzun zamandır bu tip formlardan doldurmamışım. Mesleği kısmına gelince, duraksadım. Meslek deyince, mezun olduğun okul mu, yoksa yaptığın iş mi yazılır diye düşünürken, Elif yanımdan “employer (işveren) yazacaksın” diye gayet kendinden emin söyleyince mesleği hanesine işveren yazıverdim. Aytuğ o sırada uyukluyordu.

Sonra Elif doldururken, baktım mezun olduğu bölümü yazmış.

Sonra Aytuğ aldı, o da bölümünü yazdı.

Benimle bir güzel dalga geçtiler: “hahaaa işveren diye meslek mi olur!” diye. Uleyn siz sufle vermediniz mi? Bi daha bu formları ilk dolduranın!

Neyse elimizde formlarımız giriş kapısındaki memurların  önünde sıra olduk. Kırmızı yüzlü İngiliz memur üçümüzü aynı anda çağırdı.

Benim şamar oğlanlığım devam etti, ilk benim kağıdımla başladı. “Ne iş yapıyorsun?” diye sordu.

Ben ağzımı açmak üzereyken, Elif “O bir işveren” deyip kikir kikir gülmeye başladı.

Sevgili kocam “Üniversitenin İşveren Bölümünden mezun oldu” dedi.

Ben gülmemek için dudağımı ısırarak memura baktım. Sağımı solumu dürtükledim.

Uçağı kaçırdık, bir de sınırdan geri gönderilirsek tam olur.” diye düşünceler geçiyor kafamdan.

Hani biri başlatır ve kıkırdamanızı tutamazsınız ya, hepimiz birbirimizi tetikleyerek yokuş aşağı saldık kendimizi kıkır kıkır kıkırdıyoruz kırmızı suratlı memurun önünde.

O ise çok ciddi.

Ben arada toparlamaya çalışıp, “kafaları çekmiş bunlar diyecekler. almayacak adam. susalım.” filan demeye yelteniyorum ama ne mümkün kak kak kaak kik kik kiik…..

Neyse parmak izi filan benim kısmım bitti.

Sıra kocama geldi. Elif yandan bağırdı “O da patron” diye. “Bu ikisi karı koca. Biri işveren, biri patron.”

Ben ağlamaklı gülmeye devam ettim.

Memur ciddileşti, ağzının içinde: “Bu durumda sen de çalışanlarısın bunların” dedi.

Onun da şakaya ortak olduğunu -Allah’tan- görünce biz iyice koyverdik, ha hah haaaa.

Bu arada saat gece yarısına yakın. Kimse neşemize anlam veremedi tabi.

Neyse bu gezi boyunca aramızda şaka oldu, employer aşağı, employer yukarı!

***

Oradaki 3. günümüzün akşamına bir müzikale bilet aldık. Sabah haldır huldur turistik mekan dolaşıp, akşamına da Billy Elliot seyredecektik.

Ben turistik bir geziye gitmemizden dolayı minnak çantamda sadece kot-tişört götürmüşüm.

Sabah kahvaltıdan sonra Elif; “Bende elbise var istersen” dedi.

Bu, “kılığına biraz çeki düzen ver-bunlar olmamış” demekti.

2 kadın- ev sahibi ve Elif- beni şöyle bir döndürdüler, evdeki 3. kadın müzik çalarak bize psikolojik destek verdi… Bir anda Türkan Şoray’ın “Ben dünyanın en güzel karısıyam” ına benzer bir dönüşüm yaşadım.

5 dakika sonra kibar fakat alımlı bir makyajla, kabartılmış saçlarımla, elbise, palto ve rugan çantamla iş görüşmesine hazır bir haldeydim!

İşte o kılıkta Thames kenarında çekilmiş bir fotoğrafımız feysbuka düşmüş.

Ben de kendimi kasdederek “Şu soldaki kadın niye iki dirhem bir çekirdek. İş görüşmesine mi gidecek?” diye yorum yaptım. Elif gecikmemiş. “yok o employer” diye cevap vermiş!

Size şimdi o pabucumun employer’ının bugününü anlatacağım:

Sabah uyandım. Ela’yı kaldırdım, kahvaltısını hazırladım, kıyafetlerini başucuna koydum. Duma duma dum. Ayça’nın odasına bıraktığı çantasını buldum, kapının  yanına uçurdum.

Akşamdan çalıştırdığım çamaşır makinası haliyle durmuştu. Kuruyanların yeteri kadarını toplayıp, yenilere yer açtım, 0nları astım.

Ela’yı okula bırakması için Aytuğ’u uyandırdım. Mutfağa döndüm. O da ne? Mutfak kapısından bir Ayça geçti sanki!

Kuruyan çamaşırların arasından Ayça’nın o günkü kıyafetlerini seçtim-ki onları dolaba yerleştirme derdi olmasın, kıyafetlerle birlikte, hanımefendinin kahvaltısını ayağına götürdüm.

Aytuğ Ela’yı okula bırakmak üzere çıktı.

Ben bulaşık makinasını boşalttım, kahvaltı bulaşığına yer açtım.

Aytuğ geri döndü, kahvaltısının başına oturdu. Kendime kahve yaptım, onu içerek üstümü giyindim.

Ben salona döndüğümde Ayça okula götürmek üzere oyuncaklarını seçmiş, Aytuğ ise camın kenarındaki koltuğuna oturmuş kitabını okuyordu.

“Hadi çıkalım” dedim.

Aytuğ annemi arayıp çıktığımızı söyledi, ben o sırada kendime yolda, kalan buz kahvemle yemek üzere peynir ekmek aldım. Bir de akşamdan hazırladığım çıtır tavukları poşetledim.

Okulun aşçısı 2 ay kadar önce ayrılmıştı. Yemek ve temizliği bir arada temizlikten sorumlu devlet bakanımız sürdürüyordu.

Malesef onun da geçen çarşamba ani bir ameliyat geçirmesi gerekti.

Dolayısıyla -bir süre için- okulda yemek ve temizlik işinin ucundan herkesin bir miktar tutması gerekti.

Annemi işine bıraktık. Sahil yolunda  radyo eşliğinde bakına bakına kahvaltımı yaptım. Aytuğ’u işine bıraktık. Okula geldik. Ben mutfağa geçtim, tavukları fırına yerleştirdim, makarna suyunu koydum. O sırada eli boşalan bir öğretmen ayran yaptı.

Öğle yemeği az çok ortaya çıkınca, makinada bekleyen temiz kahvaltı bulaşığını dolaplara yerleştirdim.

Bankaya gittim. Malum ay başı.

Dönerken meyve sebze aldım.

Döndüğümde, çocuklar yemeğe başlamışlardı. Bu yazıya başladım.

O sırada yemek bitti, inip bulaşıkları yerleştirdim.

Kendim de bir şeyler yedim.

Bir çay alıp yazıya döndüm.

Yazı bitince çocukların tuvaletlerini bir kolaçan edeceğim.

Sonra sırasıyla bekleyen işler:

  • Cuma günü İmza: Kızın için yayınevi ile imzaladığımız sözleşmeyi anneme gönderip, görüş alacağım

  • Öğle yemeğinin bulaşıklarını yerleştirip, ikindi kahvaltısı bulaşığı için yer açacağım.

  • İnternet bankacılığından bir iki ödeme yapacağım

  • Cuma günkü sergimiz için bir sağ baştan say yapacağım….

Araya bir yere de dişçi sıkıştırmam lazım. O sanırım önümüzdeki haftayı bekleyecek.

Liste böyle uzayıp gidiyor. Haksız mıyım “Pabucumun İşvereni” demekte…

**

Sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı…. diye bir laf var ya.

Bana uyarlarsak, şöyle oluyor:

Kağıt üstünde işveren,  gerçek hayatta ağır işçi, yatakta……yorgunluktan horrrrr! 

İki şaşkın


Çok “incelikli” bir laf etti.

İçim titreyerek, burnum sızlayarak ona doğru baktım. Bakışlarımı ona kilitleyip, elimi ensesine koydum, sevgiyle sıvazladım.

O da bana doğru döndü, gözümün taaa içine maviş maviş bakarak uzaktan bir öpücük yolladı.

Bir süre bakıştık. Zaman durdu. Herşey dondu….

Sonra…

Sonra bir korna sesiyle kendimize geldik. Okumaya devam et