Ben şimdi burada uzun uzun laflar edeceğime, mikrofonu Okus Pokus’a bırakayım…
Monthly Archives: Aralık 2013
Oku
Kulağına doğarken “oku” diye fısıldanmış olanlar.
“Anadilimde hangi yazarları okuyabilirim?” diye düşünenler.
Bıktım çok satanlardan, şöyle ruhumu aydınlatan ne okuyabilirm diyenler?
Okudukları hakkında başkası ne hissetmiş merak edenler; birileriyle tartışıp, aldığı keyfi katmerlemek isteyenler….
Size büyük bir müjdem var. Tüm bunları dört farklı bakış açısıyla sunan bir blog var! Adı: Kitap Düşkünleri
Leyla Atasel isimli bir muhterem kadın, 4 kitap delisine,” bre deli gel beraber bir kitap blogu açalım” demiş. Bu Leyla Atasel âlem bir hanım, buraya uğramaz diye rahat atıp tutuyorum, bohem desem bohem değil, mirasyedi desem mirasyedi değil, çatlak desem çatlak değil. Neyse hepsinden biraz biraz….görmüş geçirmiş, görgülü bilgili bir İstanbul hanımefendisi sanırım.Onun aklına gelmiş fikir. Hoş bu 4 kadın zaten tanıyordu birbirini ama, itekleyici bir güç lazımmış diyelim…
Ben birini ortaokuldan tanıyordum, diğerleriyle bana yepyeni duyguların varlığını öğreten, İmza: Kızın sayesinde tanıştım;
Leylak Dalı: Sanatın her dalına ama illa da okumaya tutkun bir emekli öğretmen
Lale’nin Bahçesi: Okumayı da okuyanı da seven bir okur-gezer, yaşamayı sever
Atalet: Seçici ve stokçu okur, şifalandıran blog yazarı
SelginGB: Okur, yazar, örer, içer, pişirir, yer, seyahat eder…
Velhasıl bu blogda bu 4 kadın her ay bir kitap belirliyorlar, mümkünse bir Türk yazarın eseri. Her pazartesi o ayın kitabı bir tanesinin gözünden masaya yatırılıyor. Blog daha pek taze.
Kasım ayında, Murat Uğurlu’dan BURALAR BIRAKTIĞIN GİBİ’yi incelediler enine boyuna.
Aralık’ta da Şebnem İşigüzel’den VENÜS…
Hissediyorum. Bu kadınlar, daha çoook farklı şeyler yapacaklar….
Haydi okurseverler bloga….tık
“Ben en iyisi değilim, bunu hazmet!”
Gazetelerin İK eklerini takip ettiğim dönemde, “CV’ler kişilerin mükemmele en yaklaştığı yerlerdir” gibi bir söz okumuştım.
O zamanlar facebook yoktu tabi. Ve benzeri diğer sosyal paylaşım siteleri de….CV’ler kişilerin kendilerini parlatabileceği tek sosyal platformdu!
Geçen bir tanıdığım facebook duvarına “Hayat tüm insanlar icin facebookta yayınladıkları kadar keyif,neşe mutluluk dolu mu gercekten? Bu ispat çabası kimin ve ne için?” yazmış. (Bu konuda yazılmış harika bir köşe yazısını “N’olur beni daha çok like edin”i buyrun Nil Karaibrahimgil’in köşesinde okuyun tık )
Cevap veriyorum: Bu ispat çabası KENDİLERİ için.
BEN de varım
BEN süperim
BEN şöyle marifetliyim.
BEN şöyle becerikliyim.
BEN var ya BEN….
Yani üstümüze alınmaya, yarışa girmeye, “ay miletin ne harika hayatı var, benim niye öyle değil?” diye hasetlenmeye, “bu kızın da günü 25 saat mi nasıl yetişiyor bunlara?” diye fesatlanmaya hiiç mi hiç gerek yok.
Nerden mi biliyorum. Bu duyguyu ben yaşadım da ordan biliyorum. Yani hasetlenme ve fesatlanma meselesi.
Mesela gazetede eller ojeli, saçlar yapılı, topukluları çekmiş “çocuk da yapmış kariyer de” kadınlar görünce, onların nasıl da hem 5 çocuk doğurup, hem haftada 120 tırnak kesip, hem incecik olup, hem köşe yazıp, hem cafe işletip hem de kocalarıyla aşklarının ilk günkü tazeliğini yaşatabildiklerini okuyunca kendimi bir böcek gibi hissediyor, “Senden de bir halt olmaz kızım! Sıfırsın sıfır” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Ben sırf bu yüzden Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Dergisi üyeliğimi iptal ettirdim yahu! Orda öyle sanal bir mükemmel dünya var ki….Süper mezunlarımızın süper ışıltılı hayatları. Baktım her ay posta kutusundan alınca, pır pır sevinmiyorum, poşetini yırtıp bir solukta okumuyorum, okuyunca iyi hissetmiyorum, keyif almak bir yana okuduktan sonra “ben bir hiçim” diye düşünüyorum…. “Manyak mısın?”, dedim kendi kendime. “Kendine işkenceyi seviyorsun herhalde.”
Önce o dönemki dergi editörüne bir mesaj yazdım. Dedim ki, bu dergi çok takım elbiseli-döpiyesli, çok yapay, çok kurgu! Bunda mizah eksik. Duygu eksik. Her ay bir mezuna köşe verseniz, adı da “Serbest Atış” filan olsa, artık ne isterlerse inişlerini-çıkışlarını, deneyimlerini doğal bir üslupla anlatsalar. Gelen cevap şu minvaldeydi: “Dergi çizgimiz uyarınca, dalında profesyonel olmayanlara yer veremiyoruz. Mezunumuz olan ve halihazırda gazetelerde yazan yazarlarlarla sürekli köşe yazarlığı için temasımız sürmektedir”
İyi mübarek olsun. Ben de üyeliğimi iptal ettirdim. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış…Huzurlu muyum? Huzurluyum. Cehalet mutluluktur!
Bugün bir arkadaşımın doğumgününü kutladım, bana “ben de senin çalışma hızına yetişmek istiyorum” demiş. Zaman zaman da çevremden söylüyorlar, ay nasıl yetişiyorsun, hem çocuklar, hem o iş, hem bu iş,…
Arkadaşlar ordan nasıl görünüyor bilmiyorum, ama “yetişemiyorum”. Yani eğer size on parmağında on marifet, kafası hareli, omzu kanatlı kadın imajı verdiysem, üzgünüm öyle değil. Evet bir çok eser çıkıyor ortaya, çıkanlardan da çok memnunum ama sanırım beni mutlu edecek şeyleri seçerek-seçim yaparak- bu sona ulaşıyorum. Yani her şey aynı anda olmuyor. Vallahi olmuyor. Evi çoğu zaman çok götürüyor! Zaten görünürde düzenli olsa da, dolapları açtın mı, içindekilerin altında kalabilirsin! .Uğraşmalı değil, pratik yemekler yaparım, mesela karnıbahar, lahana hep çiğ yenir bizde. Yemek yoksa kıyın kıyın annemlere yamanırım. Sinirlerim bir yere yetişileceği zaman mutlaka tepemde olur, söylenir ve surat asarım. Ağlarım, bağırırım, göbek atarım. Velhasıl fena halde insanım.
Diyeceğim o ki o allı pullu haberlerdekiler de insan. Facebookta o galada check in yapıp, bilmem ne plajında güneş batıran, nezih sosyetik ailelerle tekne turuna çıkıp, spor salonunda baklavalı karnını “haberim yokmuş gibi çek panpa” pozlarıyla ölümsüzleştirenler de….Onlar sadece kendi güzel anlarını biriktiren, bununla da “bu hayatta ben de varım” beyanı yapmaya çalışan insanlar. Kimsenin kimseye imrenmesine, kendini kötü hissetmesine gerek yok!
Hani eskiden Ayhan Işık’a filan şaşırırlarmış ya, “Aaa onlar da mı tuvalete gidiyor?” diye.
Evet aslında işin özeti bu, altın tozları serpiştirilmiş bir hayatımız varmış gibi görünse de sonuçta hepimiz, ama hepimiz tuvalete girip ıkınırken suratımızı garip şekillere sokan varlıklarız!
Şunu hatırlamalıyız: Hiç birimiz mükemmel değiliz. Ama her birimiz BİRİCİK ve kendi dünyamızın MÜKEMMELİYİZ.
Buyrun herkesin özünden insan olduğunu ve insani duygular taşıdığını bir de Julia Roberts’ın ağzından dinleyin. Notting Hill’den bir sahne. Dünyaca ünlü bir aktrist olan Anna, Notting Hill’li kitapçı Will’e aşık olmuştur. Will’in kitabevine gelip aşkını itiraf eder. Will ise birinin Beverly Hills’de, diğerinin Notting Hill’de yaşadığını, birini tüm dünyanın tanıdığını, diğerini annesinin bile zaman zaman hatırlamadığını söyleyerek bu aşkın mümkün olmadığını söyler. Anna’nın kitabevini terk etmeden önceki sözleri şöyledir: “Bu şan şöhretin GERÇEK olmadığını biliyorsun değil mi? Burada ben sadece bir adamın önüne gelmiş, ondan kendisini sevmesini isteyen bir kızım.”
Elâlem Ne Hisseder?
Bugün işe gelirken, ışıklarda durdum. Gayet sağlıklı görünen ancak elinde tekerlekli bir yürüteç bulunan bir adam araçların arasında dikilmekteydi. Dileniyor mu, yoksa karşıdan karşıya mı geçmeye çalışıyor anlamadığım içi ona doğru bakıyordum. Adam bu bakışımı yakalayınca hemen bana doğru seyirtti ve acıklı bir ifade takınıp elini bana doğru açtı.O arabaya yaklaşırken, yan koltukta durmakta olan çantama baktım, kapının kilitli olmadığı aklıma geldi. Yan tarafta duran çantayı, bilgisayarı, telefonu kapıp kaçma hikayeleri ışık hızıyla kafamdan geçip gitti. Kapıyı kilitlemem gerektiğini düşündüm. Sonra “adamcağıza ayıp olmasın, arkasını dönünce kitlerim,” diye geçirdim içimden. Arkasını döndüğü anda da “tık” kitleme düğmesine bastım!
Ne hastalıklı düşünce benimkisi. Yani adam çantayı alıp gitseydi, arkasını döndükten sonra kapatmam bir işe yaramayacaktı ki!.Üstelik bir daha görmeyeceğim bir adama “Kardeşim sana güvenmiyorum. Bak benim mahremiyet alanıma girmeye çalışıyorsun. Ben de “tık” kitlerim yüzüne kapıyı” dememin nesi ayıp, nesi aşağılayıcı? Ama malesef bu duygu şekillendirebiliyor başımıza gelenleri.
Şu EJDERHA DÖVMELİ KIZ kitabını okumamıştım, filmini de bir ay kadar oldu seyredeli. Bugünkü olay, orada bir sahneyi hatırlattı bana:
Filmin kahramanı gazeteci, katilin kim olduğunu anlamış, adamın evine gizlice girmiş, ufak bir araştırma yapmaktadır. Tam bu sırada katil eve gelir. Kahramanımız sessizce sıvışmaya çalışırken, katil bunu enseler. Katil kahramanın çakozladığını anlamıştır, ancak sanki anlamamış gibi davranır ve kahramanı içki içmeye çağırır. Kahraman da katili artık bilmesine rağmen, ayıp olmasın diye bu kibar teklifi kabul eder. Tabi bundan sonrası, kahramanı mahzene indirmeler, bağlayıp işkence etmeler… İşte bu işkence sırasında katil der ki: “İnsanların en budala hatası “kibarlık”. Benim katil olduğumu biliyordun. İçki davetimi kabul etmek zorunda değildin. Ama kabalık etmemek için kabul ettin!”
Ben bu sahneden çok etkilenmiştim. O filmde kahramanın yerinde olsaydım, ben de salak gibi gider elimle teslim olurdum katile. Sırf adama ayıp olmasın diye. Belki de ben de kahramanla aynı cins olduğum için bu kadar etkilendim.
Yani bana mı özgü bu “ay ama karşıdaki ne hisseder, ayıp olur” diye düşünüp yaptığım ahmaklıklar acaba, yoksa siz de öyle misiniz, deyiverin? Bir keresinde hele, Kırım Tatarı bir bakıcımız vardı. Bizlerden farklı batıl inanışları, adetleri, alışkanlıkları… Mesela “idrarla tedavi” diye mucizevi bir inanışları vardı. Koca bir kitap getirdiydi bununla ilgili memleketine bir gidiş-dönüşünde. Gözün çapaklandı, idrarını sür, sistit oldun, idrarını iç, elin yandı idrarını dök. Neyse bu ayrı konu…
Bir gün Ayça düşmüş, kafasını vurmuş. Çocuk çığlık çığlığa ağlıyor. Hepimiz yanına koştuk. Kucağıma aldım, zor zahmet sakinleştirdim. Tam çocuk içini çeke çeke kafasını göğsüme yasladı ki… bakıcımız ağzına su doldurmuş, tükürükle karışık suyu puff diye hem Ayça’nın hem benim suratımıza püskürtmesin mi? Çocuk neye uğradığını şaşırdı, başladı yeniden ağlamaya. Kadın rahatlamış şekilde: “Oh iyi oldu. Korkanı kortkutmak lazım ki dengelensin” minvalinde bir şeyler anlatıyor. Ben şaşkın suratım tükürük içinde….”Yazık kadının da görgüsü bu. Şimdi bir şey demeyeyim. Ayıp olmasın.” diye düşünüp tek kelime etmedim kadına, çocuğu susturmaya çalışıyorum yine.
Aytuğ deyince uyandım “Yav kadın resmen tükürdü suratına!” Hakkaten ya, en azından bi ” Bir daha sakın yapma bunu!” diyebilmeliydim. Ayıbın en büyüğü sana yapılmış, sen ayıp olmasın derdindesin!
Neyse farkına varmak, tedavi yolunda atılan en büyük adım!
Dur bakalım, tedavi sürecimde elâleme ayıp etmeyi önümüzdeki günlerde ne kadar dert edineceğim….. ANLATIRIM. Varsa siz de anlatın da, “tek kek ben değilmişim” diye mutlu olayım.