Monthly Archives: Şubat 2012
Kapıdan kim girdi? Beşinci kadın kimdi? Ayy sıkıldım doğrusu. Siz de sıkıldınız biliyorum. Yarın devam edelim mi?
Oh be
Silkinmek, harekete geçmek ne güzel
Üstündeki ataletten kurtulup, ipleri eline almak ne güzel
O ipleri eline alacak gücü bulmak ne güzel
Ve tüm bunları yaparken yaslanacak omuzlar olması ne güzel….
**
Birazcık doğum gibi aslında.
Öncesinde sancı, sancı, sancı.
Ve sonrasında büyük RAHATLIK.
Oh be.
Not: Anneme Reiki’ye gittiğimi Söylemeyin-3’ü yazdım aslında, onu da yarın yayınlarım artık. Sadece bugün bunu yazmak istedim.
Anneme Reiki’ye Gittiğimi Söylemeyin, O Beni Çalışıyo Zannediyo-2
Bu az sonra… diye konuyu yarım bırakıp, ertesi gün yazıya devam etme isteğimin kalmamasını hiç sevmiyorum. Kim bilir blogda kaç kez “onu da sonra anlatırım” deyip anlatmadan bıraktığım konu var. Hande de benim benim dünkü lafıma itibar edip, “sen anlat ben de sonra anlatırım” deyince şimdi şart oldu anlatmak:)
Dün, 3 güne yetecek içerik varken kafamda-bugün 2 cümlede özetleyebilirim reiki maceramı:
1) 2002’de bir reiki seminerine gittim.
2) 2012’de de reiki uyumlaması aldım.
**
Neyse başlayayım, ben şimdi açılırım. O dönem, yani 2002’de, ben Tuzla’da çalışıyordum, gideceğimiz reiki semineri taaaa İstiklal’deydi. Üşenmedik vallahi, iş çıkışı 3 kafadar buluşup gittik seminere. Benim nasıl başım ağrıyor!
1 saat kadar anlattılar. Japonca 2 kelimenin birleşimi olan Rei-ki tam sözlük anlamı olarak çevrildiğinde “her yerde varolan ruhsal yaşam enerjisi” demekmiş. Bu gücün, her insanda doğuştan var olan, ancak öğretmenin öğrencisine el vermesi yoluyla aktive olan şifa verme tekniği olduğunu anlattılar. 3 seviyesi olduğundan bahsettiler:
1. seviyede kendinize ve bir başkasına uygulamayı, uygulama tekniklerini öğreniyorsunuz.
2. aşamasında daha derin mental çalışmalar yapıp, enerjiyi uzağa aktarabiliyorsunuz.1’den 2’ye geçiş en erken 21 günde olabiliyormuş sanırım. Tabi benim gibi tanışıp ilk seviyeye geçmek 10 sene süren birisi için, 2’ye geçmek ne kadar sürer bilemedim.
3. aşama öğretmenlik (mastırlık) aşaması, yani elverir konuma geldiğiniz aşama
En son olarak salondakilerden biri üzerinde reikinin etkilerini göstermek için demo yaptılar. Başım ağrıyor olduğu için, çok istedim beni kaldırmalarını. Ama başka biri çıktı, “karıncalandım, sıcakladım” diye hislerini dile getirdi. Var olan ağrısının uçup gittiğini söyledi. Veren teşekkür etti, alan teşekkür etti. Gösteri bitti.
Çok Amerikanvari geçen bu tanıtım toplantısını sonunda da uyumlanmak isteyenlerin isimlerini alıp hafta içi belli saatler için randevulaştılar.
Ben Tuzla’dan haftaiçi, işten izin alıp gelmem pek mümkün olmayacağı için randevu konusunda yan çizdim. Aytuğ “erkek adama yakışmaz” diye düşündü herhalde. Bizim ekipten bir tek annem, hemen o hafta içi gitti aslanlar gibi uyumlandı.
Uyumlanmadım filan ama, şifacılığa inanmadığım sanılmasın-zira bizim kültürümüzde de hem el verme hem de elini arazlı yere tutarak tedavi bilinen bir şey!
Babannem mesela, ben ilkokulda onlarda kalırken her karnım burnum ağrıdığında, en ciddi halini takınır hemen ellerini ağrıyan yerime koyar ve mırıl mırıl nazar duası okumaya başlardı! Elleri hep sıcacık olurdu. Bir müddet sonra da ben rahatlamış olarak uykuya dalardım.
Ay şimdi hatırladım; Altınoluk’ta da bizim yazları görüştüğümüz Altınoluk yerlisi arkadaşımız vardı, tıp okuyordu. Bu çocuğun dedesi şifacıymış, ölmeden de ona el vermiş. Çevre ilçelerden, köylerden siğili filan olanlar ona giderdi, bi okumuş üflemiş geçirmiş diye duyardık. Meslek olarak da doktorluğu seçmiş olması ne kadar manidar! Hem ilmi olarak, hem de manevi olarak insanları iyi ediyor, var mı ötesi?
Neyse ben uyumlanmadım ama bu 10 sene kendimce bu elle iyileştirme tekniği kullanmadım değil. Babaannemden aldığım güçle, ki benim de ellerim her daim onun gibi sıcacıktır, kendime, kızlarıma, kocama ihtiyaç oldukça dayadım ellerimi-aynı babannem gibi mırmır okudum dualarımı. İşin ilginci geribildirimler de hep olumluydu. Sonuçta bu reikiyi ilk bulan insan da (Dr Usui Mikao), aynı benim gibi bir ademoğlu olduğuna göre ve kimseden el almadan bu enerjinin varlığını keşfettiğine göre, uyumlanma filan hikaye diye de yaptığımı meşrulaştırıyorum kafamda.
İster plasebo etkisi deyin, ister inanın böyle bir gücün varlığına.
Ben, şahsen, inanıyorum.
Geçen hafta, arkadaşım Figen Reiki 2 almak istediğini söyleyince, bi şimşek çaktı kafamda. “Hazır Figen gidiyorken, peşine takılayım. Dur bir de uyumlanayım. Bakalım ne değişecek?” diye düşündüm. Ve Çarşambalar’dan geçen Çarşamba takıldım Figen’in peşine Teşvikiye’de bir apartman dairesinde oturan 85 yaşındaki reiki mastırının evine el almaya gittiiiiiiiiiim….
Bildiniz; kısa bir ara.
Bu seriye ismini veren asıl hikaye de, 3. bölümde….
Bu arada siz de reiki deneyimlerinizi buradan anlatmak isterseniz size deniz gören bi masa ayarlarım misafir sanatçı sıfatıyla anlatabilirsiniz. Maksat muhabbet olsun.
Anneme Reiki’ye gittiğimi söylemeyin, o beni çalışıyo zannediyor-1
Ben manevi gelişim konusuyla annem sayesinde tanıştım. Manevi gelişim derken, yoga, meditasyon, reiki, biyo enerji, rüyalar vb gibi insanın iç dünyasını rahatlatan ya da geliştiren -nasıl niteleyeceğimi bilemedim- etkinliklerden bahsediyorum.
12-13 yıl önceydi sanırım, annem bir arkadaşından Sahaja Yoga diye bir şey duymuş. “Ayol gel gel, tütsüler eşliğinde meditasyon yapıyoruz, bi havalanıyorsun. Kundalinini yükseltiyorsun. Stres mitres kalmıyo”. deyince arkadaşı, Hasanpaşa’da 4 katlı bir apartmanın asansörsüz çıkılan 2. katındaki Sahaja Yoga merkezine annemle birlikte gittik. Gülümseyen yüzler bizi içeri davet etti. Genişçe bir salonda, mum ışığı eşliğinde 20 kadar kişi bağdaş kurmuş oturuyordu. Biz de bir boşluk bulup oturduk. Yüzümüzü, herkesi görecek şekilde merkezde bir yere oturmuş Hint’li, kırık Türkçe’siyle bir şeyler anlatmaya çalışan bir adama döndük.
Adamın hemen yanında sonradan Sahaja Yoga’nın kurucusu olduğunu öğrendiğim Shri Mataji Nirmala Devi‘nin bence ürkütücü bir resmi durmaktaydı. İnsan maneviyatla ilgili kişilerin hep nur yüzlü olmasını bekliyor nedense. Bu kadın bence en iyi ihtimalle sadece sevimli olabilirdi. Buraya resim koymak için google’da arattığımda kendisinin geçen sene bugün öldüğünü öğrendim. Nurlar içinde yatsın!
Adam, kısaca Sahaja Yoga hakkında bilgi verdi. Sonra o bizi yönlendirdi, biz de gözlerimizi kapayıp “düşüncesiz farkındalık” noktasının 10 km bile yakınından geçmeyerek çakralarımızda sıcaklık, esinti, ya da herhangi bir şey hissetmeye çalıştık. 1 saatlik bir çalışmanın ve gitar eşliğinde söylenen bir çeşit ilahilerin ardından, bir şey anlamayarak – ama mutlu-merkezden ayrıldık.
Sonra dedik ki, bir kereden bir şey anlamamış olabiliriz. Bir daha gidelim. Ben işte bu deneyimi anlatınca, 2 yazı aşağıda gördüğünüz Mine ve onun bir arkadaşı (ki onun daha önce bir yoga deneyimi varmış) da annem ve bana katılmaya karar verdiler. Annem, ben ve Mine’nin arkadaşı tecrübeli(!) olduğumuz için salonda yerimizi aldık. Mine gibi başlangıç seviyesindeki bir kaç çaylağı da içerideki küçük bir odaya aldılar.
Tam yoğunlaştık, 3. gözümüz açılmak üzereydi ki, kapı çaldı. Gelen üniformaları üzerinde 2 polis memuruydu. Fısır fısır bir şeyler konuştular ve sonra memurları Mine’nin bulunduğu arka odaya aldılar.
Sonradan Mine’nin anlattığına göre, memurları “Memur arkadaşlar da Sahaja Yoga’yı öğrenmek, yoğun stresli iş hayatlarını kolaylaştırmak için teşrif etmişler.” diye takdim edip, bağdaş kurdurup oturtmuşlar!
Farkındalığımız o esnada tavan yaptığı için rahatlıkla söyleyebiliriz, olayın gerçeği memur arkadaşlar “kadıköy’ün göbeğinde bir grup insan toplaşıyor, mumlar yakılıyor, gözler kapanıyor, garip garip şarkılar söylüyorlar. Bunlar ne halt ediyorlar?” şikayeti üzerine baskın yapmışlardı. Allah’tan efendi memurlarmış, ne döndüğünü anlamak için, oradakileri ürkütmeden katılımcı olmayı kabul etmişlerdi. Yasadışı bir durum olmadığını anlayınca da efendice gitmişlerdi.
Bu bizim ikinci ve son Sahaja Yoga’mız oldu. Zira o esnalarda yukarıdaki nur yüzlü kadın Türkiye’ye geldi. “Müritlerine ayaklarını yıkatıp, suyunu içirmiş.” filan diye dedikodular çıktı, Uğur Dündar’ın ana haber bülteninde gizli kamerayla çekilmiş görüntüler yayınlandı. Haliyle bizim de midemiz bulandı. Bu olayı bugün anlatasımın gelmesi çok ilginç bir tesadüf. Tam da ölüm sene-i devriyesinde. Rahmet istedi zaar!
Bu deneyimden tam 3 sene sonra, aynı arkadaşı anneme bu sefer “Reiki diye bir şey var. Koş koş” demiş. Biz de, Aytuğ, ben, annem koştuk tabi.
Az sonra….
O’nun bıraktığı işaretler
Başlık da, proje de Tuğba’ya ait. Demiş ki:
“Yeni bir seri başlatalım mı?
“O’nun bıraktığı işaretler” serisi?
O dediğim küçücüğün olmak zorunda değil.
Sevdiğin, eşin, annen, kuçun, pisin, tonton elli babannen belki…
Günde yüzbin işaret görür gözün eminim.
Senin gözünün gördüğünü biz de görsek mi? Ne dersin?”
Ben bu yazıyı buraya bu toplu hareket olmasa da koyardım, ama madem böyle bir zincir var-ben de pekala bir halkası olabilirim.
Gelelim “bu bu nedir bu?” diyenleri aydınlatma kısmına. Haftasonu uzun uzun keyifle kahvaltı ediyoruz. Yani güya. Önce Ela hızlıca yedi, kalktı odasına kapandı. Sonra bir sofra klasiği, sona yaklaşırken Ayça “kakam var” dedi, tuvalete yollandı. O “bitti” diye bağırınca, ben Aytuğ’u masada bırakarak, tuvalete yollandım.
Mutfağa döndüğümde Aytuğ’un ve çayının yerinde yeller esiyordu. Kahvaltılıkların bulunduğu tepsiyi de, masayı da öylece bırakıp salona sıvışmış! Hadi oturup masa muhabbeti yapmayacağız, niye tepsiyi dolaba, tabağı çanağı da makinaya koymuyorsun? Grrrrr.
Boynumun hemen yanındaki damar büyümeye, hızlı hızlı atmaya başladı ……ki fıssss.….tabağını görüverdim. Şu yukarıdaki tabağı.
Benim ince ruhlu kocam mideye indirdiği zeytin çekirdekleri, vişne çekirdeği ve limon çekirdeklerinden tabağının kenarına bir çiçek konduruvermiş.
Boşver mutfağı toplamayı filan, al çayını sen de salona sıvış. Zaten o gün Dünya Kediler Günü’ymüş , Okan Bayülgen’de duydum. Mrrrrrrr.
Naz Machen
Berlin Kaplanı’nı henüz seyretmedim, ama fragmanında gördüm. Ana kahraman Ayhan Kaplan küçük arkadaşıyla sanırım bir kız üzerine sohbet ederken, “naz yapıyor” manasında yarı Almanca yarı Türkçe “naz machen” lafını kullanıyor, siz de gördünüz mü?
Lafı uzatmadan gelmek istediğim yere geleyim; 1 aydır oram buram kurcalanmasına rağmen,sebebi bulunamayan hastalığımın teşhisini, bu fragman sayesinde, bizzat kendim koydum: NAZ MACHEN. Zira, bakılan her organım için, konunun muhatabı doktor “tertemiz” ifadesini kulandı. Madem her organım tıkır tıkır işliyor, yaşadıklarımın açıklaması olarak tek seçenek kaldı : benim şımarıklığım.
Hastanedeki mavi gözlü teyzenin ahı tutmuş olmalı,Perşembe günü hortum olayına da girdik Allaha şükür. Ben, müsadenizle, bu yazıda KOLONOSKOPİ 101 dersi vermek istiyorum. Belki bu yazının işlem öncesi tirtir titremekte olan bir ademoğluna, işlemin hiç de korkulacak bir şey olmadığına ikna konusunda yardımı olur .
Konu hakkında bir önbilgi edinmek için, ben internette aramadım ama 3 kez kolonoskopi geçiren yengem ve bir başka arkadaşımla 5N, 1K sorularını soraraktan bir mülakat yaptım. Her ikisinin de birleştiği nokta işlemin değil, hazırlık döneminin ÇOK ZOR olduğuydu.
Doğrusu ben de onlarla hemfikirim. Kurallar gereği, işlemden bir gün önce hafif bir kahvaltının ardından, tüm gün boyunca sadece ve sadece sıvı alabiliyorsunuz. Sıvı dediysek öyle çorba filan değil, tanesiz, babannemin deyişiyle özsüz tuzsuz sıvılar; ayran, süt, posasız meyve suyu, su, berrak et suyu..vb.
Bu başta problem değil gibi görünse de belli bir bardaktan sonra insan çiğneyecek bir şeyler aramıyor değil. Yine de zor kısmı akşamüstünden sonra başlıyor; bağırsakları boşaltıcı etkisi olan iğrenç tadı olan bir sıvı içiyorsunuz. Aslında bunun vişne suyu ile içilmesi tavsiye edilmiş, ben “sek alırım n’olucak ya” dedim. Öğüre öğüre içtim vallahi. Öneri yapıldıysa mutlaka uyun derim.
Sonra da 4 litre suya çeşitli elektrotlar bulunan bir toz katıp başlıyorsunuz saat 8’den sonra içmeye. Bu aslında maviş teyzenin çikolata eşliğinde içtiği 1,5 litrelik sıvıyla aynı terkip galiba. Yalnız 4 litreye çıkınca iş çok zorlaşıyor tabi. Bir yandan boşalt, bir yandan o sıvıyı iç; insanın iflahı kuruyor. Benim suyu bitirmem 4,5 saat filan sürdü. Gece 1,5’da halen son bardağımı yudumlamaya çalışıyordum ki, artık bünyem kabul etmedi! Bööööğğğğghhhh
Olayın bir diğer meşakkatli kısmı da akşam yatarken ve sabah kalkınca uygulanan lavman. Daha önceden detoks yapanlar denemiş olabilirler, ben ilk kez yaşadığım için bu kısımda da çok şaşırdım. Kesintisiz bir şelale akışı eşliğinde, emin oluyorsunuz ki içiniz pürüpak olmuş! Uygulama zor değil, bir kaç isabetsiz hedef bulma denemesinden sonra kişi kendisi de rahatça uygulayabiliyor.
Önemli not, son lavmanı evden çıkmadan 1 saat kadar önce yapın ki, içinizde boşalacak zerre sıvı kalmasın. Alimallah İstanbul trafiği sizi yolda hiç istemediğiniz durumlara sokabilir. Yol için bir hasta bezi bağlamak iyi bir fikir olabilir!
Adı kendinden büyük esas konuya gelirsek: yani KOLONOSKOPİ’nin bizzat kendisine. Bunun için kimisi genel anestezi tercih edilebileceğini, kimisi de basit bir sakinleştirici ile çok rahat gerçekleştiğini söylemişti. Benimki sakinleştirici eşliğinde yapılacak türüydü. Durduk yerde anestezi almanın bir manası yoktu zaten.
Ayakları karna çekerek yan yatıyorsunuz, yüzünüz ekrana, backgroundunuz doktora dönük oluyor. Yengem işlem sırasında malum yerinde küçücük bir delik için perforaj olan bir külot giyildiğini söylemişti, bu da fikir olarak bana çok rahatlatıcı gelmişti. Genç kızken, mamografi çektirmiştim bir kez. Üniversite hastanesi olduğu için zaten bana çevrilmiş gözler fazlacaydı, bir de boşları toplamak için çaycı girince içeriye, ister istemez bir fobi oluştu. Perforajlı külot beni hipokrat yeminsiz gözlerden korumak için güzel bir kılıf olur diye düşünüp, rahatlamıştım. Ama meğer her hastanede yöntem aynı değilmiş. Bunu hastabakıcı kadın, beni hazırlanma kabinine götürüp: “Üstünüzdekileri komple çıkarın, bir tek çorabınız kalabilir.” dediğinde net bir şekilde anladım. Bir taraftan soyunup, bir taraftan gülüyorum; örtünme niyetine tek elimde olan şey “çoraplarım”. Buna da şükür!
Geri kalan kısmı aynı, bir önlük giyip yan yatıyorsunuz. Sakinleştiriciyi yapıyorlar. Siz kuzu kuzu ekrandaki pembe odacıklara bakarken ve doktorların başınızdaki mırıltıları bir ninni efekti yaratırken her şey olup bitiveriyor. Korkacak, endişelenecek gerçekten hiç bir şey yok.
Aaa bu arada” İşlem ve riskleri konusunda bilgilendirildim. Sorumluluk bana aittir.” diye en küçük fontla yazılmış bir sözleşme imzalayıp giriyorsunuz, bu da önemli bir nokta.
Çıkışta, doktorum, “İçinizin güzelliği dışınıza yansımış Esra Hanım. Çok dönemeçli bir bağırsak yapınız var, ama biz virajları başarıyla aldık. Hiç bir zararlı parçaya rastlamadık. Rahat görelim diye içinize biraz hava basmıştık. Çekinmeden geldikçe, yellenin. Bu noktadan sonra, rahat rahat istediğinizi yiyebilirsiniz. ” deyip bizi yolladı. Ben sakinleştiricinin etkisiyle dilim dolaşarak bir-iki soru sordum. Ama ne sorduğumu da, verilen cevabı da hatırlamıyorum.
Bu arada hastaneye bu sefer tek tabanca değil, heyet halinde gittiğimizi belirtmeme gerek yok sanırım. Refakatçi heyet ve ben eve ulaşır ulaşmaz, dünden beri gözümün önünden kebaplar uçuşmasına rağmen, uyku ağır bastı ve herkesi kovalayarak uyuyakaldım. 4’e kadar uyumuşum.
Uyanınca başucuma değerli eşimin bıraktığı poğaçayı mideye indirip, üstüne bir bardak su içmemle, öğürerek çıkarmam bir oldu. Herkes işine gücüne döndüğü için, 2 saat kadar kendi kendimi iyileştirmeye çalıştım. Nane-limon, galeta, su… denediğim her şeyin ağzımdan girmesiyle çıkması bir oldu. Geçen seferden akıllandığım için hemen annemi çağırdım. Annem önce işlemi 3 kere yaşamış yengeme danıştı. Sonra doktoru aradık. Doktor panik oldu, bulantı ve kusma kolonoskopi sonrası görülen rahatsızlıklardan değilmiş. Çeşitli sorularla sıkıntımın kaynağını anlamaya çalıştı. Annem henüz bir şey yememiş olduğumu söyleyince işin bir sarmala döndüğü anlaşıldı.
Ben yemedikçe mide safra üretmiş, safra üredikçe yeni gelen hiç bir şeyi mide kabul edemez hale gelmişti. E zaten sıvı bile kalmamıştı vücutta.
Neyse, annemin doktorla mutabık kaldığı mide bulantısına karşı bir ilaç alıp, üzerine hafif bir şeyler yeme fikrini uygulamaya karar verdik. Elimizde, mide bulantısına karşı 2 ilaç vardı. Baktık birinin son kullanma tarihi 2010’un martında dolmuş. Hemen diğerine baktık O da 2011’in kasımında dolmuş. 4 aylık bir riski göze alarak ilacı yuttum. Allah’tan ilaç şirketleri marjlı bir SKT yazıyorlar ilaç üzerine. Bir 20 dakika sonra da üzerine de bir yayla çorbası…. Neyse doktor da rahatladı, ben de. Vallahi, adamcağız sabah bile arayıp hatırımı sordu!
İşte bu tecrübe sonrası, kolonoskopi’ye dair hiç bir yerde bulamayacağınız önerim geliyor: mümkün olan ilk dakika hemen mideye bir şeyler indiriniz. Aç mideyle sakın ha sakın uykuya dalmayınız.
Bu yazı, programı için akıl hastanesinde yatıp, dağa tırmanıp, damdan atlayıp deneyimlerini izleyicileriyle paylaşan programcılarınki gibi oldu. Bir sonraki deneyim dolu yazımızda görüşmek üzere: Sağlıkla kalın!
Deliye her gün bayram!
Bu yazı misafir sanatçı Mine Topal tarafından yazılmıştır.
Baktım Esra Sevgililer Günü’nden dem vurdu yine, dayanamadım yazıverdim. Sevgililer Günü’nde Facebook sayfamda “Sevgililer Gününüz Kutlu Olsun” mesajı yayınladım. Arkadaşlarımdan biri ünlemli bir “Sevgililer Günü’nden nefret ediyorum!” cevabı yazmış. Önce facebook üzerinden cevap yazmayı düşündüm ama vazgeçtim. Chiara işte! İçi dışı bir dedim kendi kendime…
Sevgililer Günü bu kadar nefret edilecek bir gün mü gerçekten? Siz Sevgililer Günü’nü kutluyorsanız, neden kutluyorsunuz? Vallahi ben, deliye hergün bayram mantığı ile kutluyorum. Özel günlerde hatırlanmak güzel, hatırlamak da… Doğumgünü olmuş, Sevgililer Günü olmuş ya da Kurban Bayramı olmuş ne farkeder. Sevginizi dile getirmek, sevginizi göstermek değil mi amaç… Sevgililer Günü illa ki sevgilinizle mi kutlanmalı?
Ben ailemle yani eşim ve 2 çocuğumla kutladım… Benim için bir Aile Sevgi Günü’ydü. Çocuklara bir hafta önce Salı gününün Sevgililer Günü olduğunu söyleyip, babaları için birşey hazırlamak isterlerse düşünmelerini söyledim. Tabii ki herşey gibi bunu da son güne bıraktılar… Biri kart hazırladı; diğeri tuzluk… Ben de güzel bir yemek yaptım. Çocuklarla sofrayı kurduk ve onlar istedikleri gibi sofrayı süslediler. Kalpler, uğur böcekleri, nazar boncukları, çiçekler…
Eşim işten gelince birlikte sofraya oturduk (hoş işten geç de gelseydi çocuklarla kutlamaya kararlıydım). Eşimin tabağının içinde büyük oğlumun hazırladığı tuzluk, altında küçük oğlumun hazırladığı kart vardı.
Karttaki mesaj : Sinan Ata Biniyor’u okuduğun için teşekkür ederim. (Bir akşam önce yatarken okunan kitabın adı; mesaj ise çok açık : Seni seviyorum baba!)
Tuzlukta neler mi vardı? Tam ortaya gelen yerde her birimizin ayrı ayrı gülen resmi. Kalan boşluklarda bir kalp resmi ve “Baba seni çok seviyorum”, “Sevgililer günün kutlu olsun”, …… mesajları.
Tuzlukla çok eğlendik. Hayatımın en komik, en eğlenceli ve en verimli Sevgililer Günü oldu. Tuzlukla oynamayı bilirsiniz mutlaka. 4 parçadan birini gösterir, bir sayı söylersiniz… Tuzluğu tutan kişi bir sağa, bir sola tuzluğu parmakları ile açarak söylediğiniz sayıya kadar sayar. Son sayıda gelen yazıda ne yazıyorsa onu yaparsınız. Biz de kimin resmi çıkarsa onun taklidini yaptık. İnanın çocuklar bizi nasıl görüyor, birbirlerini nasıl görüyorlar çok net anladım.
Sevgililer Günü bahanesiyle bir oyun oynadık, çok eğlendiiiik… Çok da öğrendiiiikkk.
Sevgililer Günü’nüz kutlu olsun. Sevgiliniz olsun olmasın böyle günleri birisiyle kutlamanızı tavsiye ederim… Esranın da dediği gibi : Gülümsemek herşeyin ilacı, gülecek birşey bulamıyorsan ne acı!
Yok canım ne kıskanması?
Bim bam bom. Bu da benim hediyem… Tam kalbimden vurdu, kıskançlık mı kalır?
Bu arada dün akşam Ela Beşiktaş – Braga maçını nasıl coşkuyla seyretti, Beşiktaşın iki golünde nasıl havalara uçtu görmeliydiniz.
Tebrikler Beşiktaş, 23 Şubat’taki rövanş maçında iyi şanslar. Belki Baba Kartal ve Dişi Kartal gider stadda izler maçı. Yine kar kış kıyamet olmazsa. (Baba Kartal mesajı aldın mı acabaaaa?)
Dişiliğini Yesinler…
Bir kız çocuğunun babaya olan tutkusu, babaya kendini beğendirme telaşı akıl almaz! Ela’nın beni de çok sevdiğini biliyorum, ama işte babanın yeri ayrı. Onun tuttuğu takımı tutuyor, kartlar ilk babaya hazırlanıyor, etrafında pervane olunuyor… Kısacası memnuniyetler babaya, şikayetler müessesemize yapılıyor.
Bugün sabah, babası Ela’yı okula götürürken, yukarıdaki resmi sevgililer günü münasebetiyle biricik sevgilisi, babasına hediye etmiş! “EN BÜYÜK BJK. BAŞKA BÜYÜK ŞÜPHESİZ YOK” diye methiyeler düzerek.
Tam arabadan inerken de şöyle demiş:
“Baba bizim sınıftaki Beşiktaşlı kızlar kendimize Dişi Kartallar diyoruz biliyor musun?”
13 Şubat, benim için bir milat
“Başka hayallerim var” dedi gitti
Sandım ki, o gidişle birlikte kadınlığım da yitti
Bakakaldım ardından
Umutlarım
Çabalarım
Yarınlarım da bakakaldı
Bağırsam, dövünsem döner miydi ki?
Kelimeler boğazımda takıldı kaldı,
“3 kişilik yaşayacaklarımız vardı” diyemedim.
En kötüsü de “Git ama GELME” diyemedim.
Biliyorum, bir gün uyandığımda
Başka bir isim olacak aklımın kenarında
Başkasıyla tekyürek atacak kalbim
Sevindiğimde ya da çıkmaza düştüğümde
Çevirdiğim numara başkasınınki olacak.
O güne dek
Sabırla bekliyorum
Evimizden gittiği gibi,
Yüreğimden de gitmesini
Şaşkınlığımın, kırgınlığımın bittiği gibi
İçimde kalan son umut kırıntılarının da bitmesini
Sakince,
Sabırla bekliyorum.
O gün çok yakın biliyorum.
Anne Olunca Anlarsın
“Of anne, niye yatmadın yine?
Bakma bana “anne olunca anlarsın” bakışınla öyle
Alt tarafı yarım saat geciktim diye”
**
Şimdi ben de öyle bakıyorum
O gösteride şarkı söylüyor, ben ağlıyorum
Tabağını bitirmiyor, ben içimi yiyorum
Uykumun en tatlı yerinde sesleniyor, ikiletmiyorum
Gezmeye gidiyorum, onsuz keyif almıyorum
O gezmeye gidiyor, gelene kadar kapılarda bekliyorum
Karşılığında da kocaman bir “offff” alıyorum
**
Bir nevi hastalık yani şu annelik dediğin, düpedüz delilik
Tedavisi de ödülü de yok üstelik
9 ay taşıyorsun karnında
Su geldi, sancı tuttu, bir karambol bir telaşe
“Inga” sesini duyduğunda yerleşiyor yüzüne o bakış işte
Memene veriyorlar, acıyor, kanıyor, emziriyorsun
Sözleşmeyi oracıkta, o an imzalıyorsun
**
Kaçışı yok, annesin artık,
Tepe tepe kullan senindir replik:
Yalnız, yüzüne ciddi bir ifade takınmalısın,
Haydi birlikte söyleyelim: “ANNE OLUNCA ANLARSIN!”
Dersimiz Matematik
İstanbul trafiğine az da olsa maruz kaldığımız oluyor. Hem araba kullanıp, hem 3-8 yaş arası çocukları eğlendirme/oyalama konusunda ciddi bir tecrübe kazanmış bulunuyorum.
Sabahları bu görevi Aytuğ ile paylaşarak yapıyoruz; Aytuğ basit matematik pratiği de yaptıran, Ayça’nın elini kolunu parmağını da kattığı bir oyun bulmuş; bir nevi toplama-çıkarma oyunu. İlk önce aynadan kesişerek tavşan yap, kuş yap, kedi yap, kedinin kulaklarını yap, sonra bir kulağı çıkart filan diyerek kikirdeşiyorlar.
Sabahlardan bir sabah, Ayça-sultan yine trafikte sıkıldı:
Ayça: Baba hadi toplama dağıtma yapalım.
Ben: Toplama dağıtma ne?
Aytuğ: Çıkarma kelimesini unuttu herhalde, toplamadan sonra dağıtma gelmesine karar vermiş benim kızım.
Ben: Haaa. Ben sorayım bu sefer hadi.
Ayça: Ya sen çikolata gibi soruyorsun. Babam güzel soruyo, o sorsun.
Ben: (Bozularak) O ne demek ya? Çikolata gibi soruyorsam o da güzel bişey diil mi?
Ayça: Yani sen mesela Ayça’nın üç çikolatası varmış. Birini ablasına vermiş, kaç çikolatası kalmış diye soruyorsun. Babam komik soruyor.
Ben: Aman peki babacığın sorsun. Bozulduğun şey 3 çikolatanın 1’ini ablana vermek olmasın? İsimleri değiştiririz. Ama şunu bil, ben gerçek hayattan soruyorum. Gerçek hayatta karşılaşabileceğin şeyler-uygulanabilir matematik yani.
Aytuğ: (Keyiften gevremiş bir halde)Boş ver sen anneni kızım. Bi tavşan yap bakiym. Bi tane daha yap…….
Sonraaaaaa, Aytuğ’un ofisine geldik. Öptük, uğurladık. Kaldık Ayça Sultan’la başbaşa.
Ayça: Aneeeee biraz gerçek hayattan sorsana bana…
Kapris yapmak vardı serde ama, paşa paşa sordumtabi. Üstüne üstlük, sorulardaki elindeki kitabı, çikolatayı paylaşmak zorunda kalan çocuğun ismini değitirerek. Anne Olunca Anlarsın şiirimde dediğim gibi: ”
“Bir nevi hastalık yani şu annelik dediğin, düpedüz delilik
Tedavisi de ödülü de yok üstelik”
Yarın da o şiiri hatırlayalım o vakit…
Beklerken, Memleketimden İnsan Manzaraları
Sesimin soluğumun çıkmadığı kısa dönemi, battaniyemin altında dizi seyrederek, ve kakarakikiri biriktiremeden geçirdiğim sanılmasın.
Bir devlet hastanesinde, İstanbul’a karın düştüğü ilk günde, tüm abdomen tomografisi çektirmişliğim var! Kim bilir neler yaşamışımdır, bir tahmininiz var mı?
Torpilli bir hasta olarak, saat 8:30’da 1,5 litrelik suyumla, bir şey yememiş olarak hastanede olmam söylendi. Sabah uyandım, nasıl kar yağıyor. Arabayı çıkarmaya korktum; tren-dolmuş arasında sıkça başvurduğum “O piti piti” yöntemiyle seçimimi yaptım. Sonuç: tren çıktı. İstasyona yürümeye üşendiğimden, önümden geçmekte olan sarı dolmuşa bindim.
Neyse 8:15’de hastanedeydim. Gelin görün ki, ne randevulaştığım kişi ne de muhatabı olduğum birimlerin kilit isimleri henüz gelememişlerdi. Olsun. Suyuma sarılıp bekledim. Sırayla herkes gelmeye başladı. İşin iyi yanı hasta sayısı da nispeten azdı.
Suyuma bir ilaç katıp, bir saat içinde azar azar içmemi salık verdiler. Oda kapısına bakan bekleme banklarına oturup suyumu yudumlamaya başladım. Yanımda akça suratlı, başı örtülü, mantolu maviş bir teyze oturuyor, onun da elinde bir şaşal şişesi. Maviş maviş gülümseyip “Sana da hortum soktular mı?” dedi kolonoskopiyi kasdederek. “Yok” dedim, “umarım o safha gerekmez.”
Sonra sanki uzun süredir birkaç kelam etmeye hasretmiş gibi başladı anlatmaya; oğlu evlenmiş boşanmış, sonra bu evlilikten doğan kuzucuğu bunların başına bırakmış. O da ilk önce üzüntüden midesini kanatmış. Ameliyat olmuş, sonra kalın bağırsağın da hatırı kalmasın diye, bir de oradan ameliyat olmuş. Şimdi her şey yolunda mı diye kontrole gelmiş. Benim öyle olur, genelde yanıma yurduma oturanlar başlar anlatmaya!
Arada da suyundan bir yudum alıp suratını ekşitiyor. Suyun bıraktığı tadı alsın diye de çantasından çıkardığı üstü beyazlamış yuvarlak çikolataları mideye indiriyor. Uzatıp, bana da ikram etti: “Yer misin?”.
“Yok aç gel dediler bana. Size demediler mi?”
Büyük ihtimalle ona da demişlerdi, omuz silkeleyip reddettiğim parçayı ağzına attı.
O sırada kızı geldi. O da başı örtülü, yanağından kan damlayan, ay suratlı bir küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk. “Şayapçılay , için bakalım” dedi bize gülerek. Bekleyen herkesle arkadaş olmuş, hastanenin girdisini çıktısını öğrenmiş bir hali vardı. “Sizden de 2 ilaç istediley, di mi?” dedi. “Ben torpilliyim. İlaç milaç istemediler” diyemedim. “Hıııı” diye geçiştirdim. Teyzeye damar yolu açmak için seslenilince, yanımda boşalan yere oturdu. Yanındaki tülbentli kadın “Nerelisin sen?” diye sordu. Zaten hemşerim memleket nire böyle muhabbetlerin olmazsa olmazıdır.
“Sivas Zaya” diye cevap verdi.
“Neresi?” dedi kadın anlamayarak.
“Zaya Zaya”.
“Suşehrini bilir misin?”
“Biliyim. Keşke bilmesem. Şeytandıy onlay.”
“Niye canım. İyi insanlar.”
“Yooo. Düşmanım düşmesin Suşehiyliye”
Tülbentli kadın çok bozulmuş bir şekilde susup, totosunu bize doğru, kafasını diğer tarafa çevirdi. Bu muhabbetten rol kapmak için: “Peki ya Çamurlu?” dedim. Çamurlu anneannemin köyü. “Haa bilirim” deyip, Sivas’ın tüm köy ve kazalarını saymaya başladı. Yalnız niye Suşehrini sevmediğini, Çamurlu hakkında ne düşündüğünü öğrenemedik.
O sırada nereden çıktığını anlamadığım şekilde saçları kırlaşmış, sakallı, dimdik, 60’larında bir beyamca çıkıverdi: “Konya Ereğli’yi de bilir misin?” Hem sağımla hem solumla ahbap çıkabilmenin mutluluğu içinde “Ben bilirim” dedim. Etliekmek, tandır kebabı, Mevlana üzerine kısa bir nostaljik sohbet yaptık. İstanbul’un bilindik Konya lokantalarının yerlerini harita üzerinde gösterdikten sonra, adam emekli matematik öğretmeni olduğunu anlattı.
Beyefendi çalışma hayatına ilk okuttuğu çocukların çocuklarını da okutarak son vermiş. “Son veli toplantıları çok komikti” dedi “Ferit, oğlun senden daha iyi” diye yorum yapıyordum diye gevrek gevrek güldü. Biz de güldük.
Hemen yanında yine ayakta dikilen, ancak takati kalmamış gibi görünen biri daha vardı. Her iki bey de, pek şifreli konuşmalarından anladığım kadarıyla batın tomografisi için değil prostatla ilgili bir tomografi için gelmişlerdi. Matematik öğretmeni olan sadece kontrole gelmişti, ama diğerinin kanserli hücreleri kemiğe sıçramıştı. Hep birlikte teselli ettik; “. İyi düşün geçer”dedik; dediklerimize kendimiz de inanmadık.
Oradan laf nasıl geldi bilmiyorum yanağından kan damlayan kızın da matematik öğretmeni olan beyamcanın da küçükken okula giderken ısınmak için içlerine tezek koyduğundan bahsetmeye başladık. Tezek, kerpiç ve kemre arasındaki farkı öğrendik. Muhabbet iyice irtifa kaybetmeye başlamıştı ki, teyze kolunda kelebek takılı olarak yerine döndü. Kızı muzip şekilde yeni kişilerle tanışmak üzere başka bekleyenlere doğru yanımızdan yok oldu.
Beyamca bu sefer aslında emeklilik sonrası Alanya’ya yerleştiklerini, buraya torun bakmak için geldiklerini anlattı. Ben hemen “Vallahi hakkınızı ödeyemeyiz. Küçükken bize, büyüyünce torunlara… Bizim kızlar da annemlerde şimdi.” diyerek evlat kısmının torun bakma hizmetinden duyduğu memnuniyete tercüman oldum. Açık açık yağ çektim. Bir eğitimci olarak lafı torununun okuluna getirip: “25.000 veriyorlar senelik. Değiyor mu bilmiyorum.” Dedi. Bu konuya dahil olmadım. Malum senelik ücretimiz 25.000 olmasa da biz de o özel okullardan birinin sahibiyiz!
Teyzenin de benim de suyumuz bitti. Saate baktım, çekim için randevu verdikleri saat gelmiş. Ayağa kalktığımda, beyamcanın sırası olmasına rağmen, kanserlinin adını okuyup içeriye çağırdılar. Bize doğru dönüp “O daha hasta, onun için sesimi çıkarmadım. Yoksa sıra benimdi.” dedi. Tam 3 kez. Asıl ikna etmek istediği kendisiydi sanki.
Yan kapıdan görevlinin yanına gittim. Bana da bir damar yolu açtılar. Kenarda makinaya alınmamı beklerken odadaki balık eti hemşirenin annesiyle telefon konuşmasına tanık oldum. İster istemez. “Anne akşama aldım biletimi. Geliyorum.”
“…….”
“Nasıl ya, gelmeyeyim mi? Peki anne. İstemiyorum kızım seni desene”.
“….”
“Tamam tamam anladım ben. İstenmediğim yere gelmem.”
Ağzımı açtım. “Çok kötü kar var. Edirne yolu berbattır. Yolda kalırsınız. Anneniz sizi düşündüğü için gelmeyin demiştir” demek için. Sonra iç sesim: üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokma, “siz kimsiniz” dese ne diyeceksin? dedi. İç sesimi dinledim.
O sırada içeri yeni giren bir kadın “Siz kimsiniz?” demesin mi?
Bir afalladım. “Cahit Bey’i bekliyorum” dedim. Cahit Bey “torpilli bu idare et” dercesine bir kafa hareketi yaptı. Konu kapandı.
Sonra beni makinanın olduğu kısma aldılar. Allahım nasıl soğuk, oldum olası soğuğu sevmem. Kakır kakır titremeye başladım. Sonradan giren kadın bana yardımcı olmak için yanıma geldi. Deminki sorusu için özür diledi. Belli ki Cahit Bey ben makinaya doğru ilerlerken torpilin detayını fısıldamıştı. “Aaa yok tabi soracaksınız. Önemli değil” gülümseşmeleri yaptık karşılıklı.
Yattım, tünele girdim,tünelden çıktım, ilaç zerkedildi, tünele girdim, tünelden çıktım….
Dışarı çıkınca yarım saat, 40 dakika alerjik bir durum ihtimline karşı beklememi söylediler. Tam kendime oturacak yer arıyordum ki beyamca bitiverdi yine yanımda. “Hemşerim, görüşemezsek geçmiş olsun” dedi.
Bir kez daha yabaniliğimden utanıp bu sefer ben teyze ve kızına sokulup iyi günler diledim. Sonra da, o kadar gelmişim SelginGB’nin beyine uğramadan gitmeyeyim dedim. Zaten odası bir üst kattaymış. Bir sonraki hastanın odaya intikal edeceği kapı aralığını yakalamak için beklemeye başladım. Kapı aralandığında, aaa o da ne? İçeride bir kadın. Kapıdaki isme baktım, içeriye baktım. “SelginGB’nin beyi yok mu?” diye sordum. “Yok” dedi, güleryüzsüz doktor hanım. “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diyebilecekken, demedim. Teşekkür ettim.
Sabahtan beri bir şey yemediğim için, doğru kantine yöneldim. Kantin ve sonrasındaki minibüs maceram da bir başka kakarakikiriye.
“Alt tarafı bir film çektirdin, 4 saati Türk dizisi kıvamında mı anlatacaksın be kadın” diyebilirsiniz. Cevabım evet; reyting kaygısı, yayından kaldırılma korkusu olmadan hababam yazma fırsatı bulmuşum. Yazacağım tabi.
Oku da adam ol baban gibi
Kısa blog geçmişimden öğrendiğim kadarıyla bloglar genelde bir tema üzerinden yürüyor. Mesela aynı kişinin bir günlük duygu ve düşüncelerini yazdığı bir de çektiği fotoğrafları koyduğu iki, hatta bazen üç bloğu olabiliyor.
Kimi gezi notları yazıyor, kimi yemek tarifleri, kimi çok felsefi yazılar, kimi süppper fotoğraflar koyuyor…. Bir grup da benim gibi her aklına geleni yazıyor.
Kısır tarifimle birlikte yemek olayına da el attığıma göre, bir de kitap tanıtırsam edebiyat dünyasının da gönlünü almış olacağım. (Yaaa şimdi hatırladım. Küçük Prens’li bir yazı yazmıştım. Kitaptan çok bahsetmiyordu gerçi ama! Neyse bu da iki numara olsun) Benim tanıtacağım kitap 1898 yılında Recaizade Mahmut Ekrem tarafından yazılan “Araba Sevdası”.
Biraz da magazinel detay; yazar kitabı 51 yaşındayken yazmış, zaten 67’sinde de ölmüş. Edebiyat çevrelerine girişi Namık Kemal sayesinde olmuş. Daha çok şiir, tiyatro eseri ve hikaye yazmış, şiirlerinin çoğu 3 oğlundan genç yaşta kaybettiği Nejad’a yazılmış şiirlermiş. Araba sevdası tek romanı. Tek romanla turnayı gözünden vurmuş yani! Tevfik Fikret’e kol kanat gerdiği ve Edebiyat-ı Cedide akımına zemin hazırladığı söylentiler arasında. Bir de şu dikkatimi çekti. Recaizade Mahmut Ekrem de bir çok o dönem edebiyatçısı gibi memur. Anlayacağınız, o dönem de memurlar aynı şimdiki gibi çok yoğun iş yükü altında, vatandaşa bugün git yarın gel diyerek, kendisi laklak yapıp, şiir yazıp, roman kurgulayıp yuvarlanıp gidiyorlarmış! Zaten romanda da bu dediğimin ipuçlarını veren çok güzel devlet dairesi tasvirleri var. İşini düzgün yapan memurları tenzih ederim, benim sözüm törpüsünü yaparken kafasıyla karşı masayı gösterenlere!
Sahaflarda dolanırken görüp, “beni al beni al” diye bana seslenince aldığım bu eseri gülümseyerek okudum. Edebiyat dersinden aşina olup, hiç okuma fırsatı bulamamıştım, iyi oldu. Okuduğum versiyonunun dili tabi ki günümüz Türkçe’sine göre sadeleştirilmişti. Türk edebiyatının ilk realist eseri kabul edilmesine rağmen bence yoğun mizah unsurları da içeriyor. Şu yukarıdaki sakallı bıyıklı adamın, bu komiklikleri yazmış olduğuna inanmak zor.
Kitabın kahramanı Bihruz Bey üzerinden dönemin Fransız hayranı, mirasyedi burjuva gençliği hicvediliyor. Parkta gördüğü ve sosyeteden sandığı Periveş Hanım’a fena tutulan Bihruz Bey’in aşkı yaşayışı, dönemin yaşam tarzı hakkında bir çok ipuçları sunuyor. Yemeden içmeden kesilircesine, uğruna şiirler yazarcasına aşık olduğu hanımın avam bir kadın olduğu öğrendiği anda ise, Bihruz Bey tabanları yağlayıveriyor.
Kitap, içerdiği yoğun Fransızca deyim, terim ve kalıplardan dolayı Fransızca öğrenmekte olanlar için de pek güzel bir pratik imkanı sunuyor denebilir. Hiç bilmeyenler için ise, durmadan kitabın arkasına bakıp “ne demek istiyor bu adam?” diye aranmak, sinir bozucu olabilir.
Bir de insan o dönemin özelliklerinin hala nasıl da geçerliliğini koruduğuna şaşakalıyor. Erkeklerin araba sevdası, sarışın kadın tutkuları, kadınların dişiliklerini kullanıp erkekleri parmağında oynatışları, anaların kuzularına kıyamayışları, Fransız’ların çevirdiği dümenler…..
110 küsur yıl geçmemiş aradan sanki!
Kitabın bana göre tek falsosu lönk diye bitmesiydi. Belki de doyamadım o yüzden.
Şu anda Çamlıca tepesine pek yakın çalışan biri olarak, at arabalarında oralarda yapılan gezintileri okurken filan bir zaman yolculuğu yapmış gibi oldum vallahi. Eski Türk filmi seyretmek gibi.
İyi geldi. Tıngır mıngır.
Misafir ol gel bana…
– Aneeeeeeee, anneeeeeee Seda’nın annesi seni çağırıyor.
– İyi akşamlar Şebnem Hanım. Nasılsınız?
-Sağolun. Biz de ara tatili fırsat bilip çocuklarla tatile gitmiştik. Yeni döndük. Bir türlü sizi davet edemedim. Cumartesi akşamı uygunsanız, sizi çaya bekliyoruz.
-Aaaa hay Allah! Biz o akşam eller havayaya gidiyoruz. (yuh Esra yuh Esra, daha yeni tanıştığın insanla konuşma tarzına bak. Hemen toparla. “Planımız var” desen yeterli değil miydi? “Eller havaya” filan çok klas bir intiba bıraktın. Bravo). Yani grupanya filan tarzı bir yerden aylar önce almıştık. (hah aferin toparlamaya çalışırken iyice battın. Bu kadar detaya gerek var mı yahu? Kadına ne senin nereden aldığından? Dur, yapıcı bir cümle kur bari.) Yarın akşam, yani Cuma uygunuz ama (bu da emrivaki gibi oldu, yumuşat cümleyi) Yani siz de uygunsanız.
– Yarın akşam için bizim bir misafirimiz var gibi. Henüz tam belli olmadı. Ben size haber versem?
–(Hah, top onlarda şimdi.) Olur tabi. Haber bekliyorum. İyi akşamlar. (Ayyyyy, yarın akşam 2 çocuk daha var evde, unuttun mu?. Herkese mavi boncuk dağıtıyorsun vallahi. 2 seninki, 2 de misafir çocuk-4 çocukla gidersin ilk kez gittiğin eve artık! Neyse şimdi açıp “ay pardon” diyecek değilsin. Müsaitiz diye ararsa bir çözüm düşünürsün. Ama inşallah müsait değillerdir. Dua et de müsait olmasınlar)
***
-Efendim?
-Merhaba ben Şebnem. Cuma için haber veririm demiştim ya, biz malesef Cuma müsait olamayacağız.
-Hah.
-?
– Ay çok sevindim gibi oldu. (Bravo başladın yine çam devirmeye)Ama neden sevindim anlatayım; Ben sizle konuşurken unutmuşum. Cuma günü Ela ve Ayça’nın 2 arkadaşı bizde yatılı kalacak. Yani 4 çocuk var bizde. 4 çocukla size gelmek olmayacaktı. Onun için. (Eee fena değil toparladın.) Ela’nın yarın mezunlar günü var da okulunda. (Gerek yok, detaya girme. Detaya girmeeeeeee.)Oradan sonra arkadaşı gelecek bize.
– Aaaa nerden mezun oldu Ela?
–(Al işte sündürdün muhabbeti) Anaokulundaaaaan.(Hadi kes artık)
– Hangi anaokulundandı Ela?
– Bizim okuldan (Tamaaaam bu muhabbet gider. Şimdi okulu, kapasitesini, eğitim kalitesini filan anlatıverirsin. Bi bahane bul kapat.) Ay kusura bakmayın Ayça sesleniyor. Tuvaletteydi. (ayyy hayranım yaratıcılığına süper b*ktan bi bahane) Neyse konuşmak üzere tekrar. İyi akşamlar.
-İyi akşamlar.
–(Ohhhh)
Şebnem Hanım bir kez daha davet teşebbüsünde bulunur mu sizce? Olur da o çağırır, biz de tarihi denk getirir ve onlara çaya gitmekte muvaffak olursak; ben en az 2 yazı çıkarırım bu komşu oturmasından gibi geliyor.
Not: Olaylar gerçek, kişi isimleri çakmadır. Bu konuşmanın öncesini öğrenmek isteyenler şu yazıya göz atıversin. Sonra da buna.