“Ben en iyisi değilim, bunu hazmet!”


Gazetelerin İK eklerini takip ettiğim dönemde, “CV’ler kişilerin mükemmele en yaklaştığı yerlerdir” gibi bir söz okumuştım.

O zamanlar facebook yoktu tabi. Ve benzeri diğer sosyal paylaşım siteleri de….CV’ler kişilerin kendilerini parlatabileceği tek sosyal platformdu!

Geçen bir tanıdığım facebook duvarına “Hayat tüm insanlar icin facebookta yayınladıkları kadar keyif,neşe mutluluk dolu mu gercekten? Bu ispat çabası kimin ve ne için?” yazmış. (Bu konuda yazılmış harika bir köşe yazısını “N’olur beni daha çok like edin”i buyrun Nil Karaibrahimgil’in köşesinde okuyun tık )

Cevap veriyorum: Bu ispat çabası KENDİLERİ için.

BEN de varım

BEN süperim

BEN şöyle marifetliyim.

BEN şöyle becerikliyim.

BEN var ya BEN….

Yani üstümüze alınmaya, yarışa girmeye, “ay miletin ne harika hayatı var, benim niye öyle değil?” diye hasetlenmeye, “bu kızın da günü 25 saat mi nasıl yetişiyor bunlara?” diye fesatlanmaya hiiç mi hiç gerek yok.

Nerden mi biliyorum. Bu duyguyu ben yaşadım da ordan biliyorum. Yani hasetlenme ve fesatlanma meselesi.

Mesela gazetede eller ojeli, saçlar yapılı, topukluları çekmiş “çocuk da yapmış kariyer de” kadınlar görünce, onların nasıl da hem 5 çocuk doğurup, hem haftada 120 tırnak kesip, hem incecik olup, hem köşe yazıp, hem cafe işletip hem de kocalarıyla aşklarının ilk günkü tazeliğini yaşatabildiklerini okuyunca kendimi bir böcek gibi hissediyor, “Senden de bir halt olmaz kızım! Sıfırsın sıfır” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Ben sırf bu yüzden Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Dergisi üyeliğimi iptal ettirdim yahu! Orda öyle sanal bir mükemmel dünya var ki….Süper mezunlarımızın süper ışıltılı hayatları. Baktım her ay posta kutusundan alınca, pır pır sevinmiyorum, poşetini yırtıp bir solukta okumuyorum, okuyunca iyi hissetmiyorum, keyif almak bir yana okuduktan sonra “ben bir hiçim” diye düşünüyorum…. “Manyak mısın?”, dedim kendi kendime. “Kendine işkenceyi seviyorsun herhalde.”

Önce o dönemki dergi editörüne bir mesaj yazdım. Dedim ki, bu dergi çok takım elbiseli-döpiyesli, çok yapay, çok kurgu! Bunda mizah eksik. Duygu eksik. Her ay bir mezuna köşe verseniz, adı da “Serbest Atış” filan olsa, artık ne isterlerse inişlerini-çıkışlarını, deneyimlerini doğal bir üslupla anlatsalar. Gelen cevap şu minvaldeydi: “Dergi çizgimiz uyarınca, dalında profesyonel olmayanlara yer veremiyoruz. Mezunumuz olan ve halihazırda gazetelerde yazan yazarlarlarla sürekli köşe yazarlığı için temasımız sürmektedir”

İyi mübarek olsun. Ben de üyeliğimi iptal ettirdim. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış…Huzurlu muyum? Huzurluyum. Cehalet mutluluktur!

Bugün bir arkadaşımın doğumgününü kutladım, bana “ben de senin çalışma hızına yetişmek istiyorum” demiş. Zaman zaman da çevremden söylüyorlar, ay nasıl yetişiyorsun, hem çocuklar, hem o iş, hem bu iş,…

Arkadaşlar ordan nasıl görünüyor bilmiyorum, ama “yetişemiyorum”. Yani eğer size on parmağında on marifet, kafası hareli, omzu kanatlı kadın imajı verdiysem, üzgünüm öyle değil. Evet bir çok eser çıkıyor ortaya, çıkanlardan da çok memnunum ama sanırım beni mutlu edecek şeyleri seçerek-seçim yaparak- bu sona ulaşıyorum. Yani her şey aynı anda olmuyor. Vallahi olmuyor. Evi çoğu zaman çok götürüyor! Zaten görünürde düzenli olsa da, dolapları açtın mı, içindekilerin altında kalabilirsin! .Uğraşmalı değil, pratik yemekler yaparım, mesela karnıbahar, lahana hep çiğ yenir bizde. Yemek yoksa kıyın kıyın annemlere yamanırım. Sinirlerim bir yere yetişileceği zaman mutlaka tepemde olur, söylenir ve surat asarım. Ağlarım, bağırırım, göbek atarım. Velhasıl fena halde insanım.

Diyeceğim o ki o allı pullu haberlerdekiler de insan. Facebookta o galada check in yapıp, bilmem ne plajında güneş batıran, nezih sosyetik ailelerle tekne turuna çıkıp, spor salonunda baklavalı karnını “haberim yokmuş gibi çek panpa” pozlarıyla ölümsüzleştirenler de….Onlar sadece kendi güzel anlarını biriktiren, bununla da “bu hayatta ben de varım” beyanı yapmaya çalışan insanlar. Kimsenin kimseye imrenmesine, kendini kötü hissetmesine gerek yok!

Hani eskiden Ayhan Işık’a filan şaşırırlarmış ya, “Aaa onlar da mı tuvalete gidiyor?” diye.

Evet aslında işin özeti bu, altın tozları serpiştirilmiş bir hayatımız varmış gibi görünse de sonuçta hepimiz, ama hepimiz tuvalete girip ıkınırken suratımızı garip şekillere sokan varlıklarız!

Şunu hatırlamalıyız: Hiç birimiz mükemmel değiliz. Ama her birimiz BİRİCİK ve kendi dünyamızın MÜKEMMELİYİZ.

Buyrun herkesin özünden insan olduğunu ve insani duygular taşıdığını bir de Julia Roberts’ın ağzından dinleyin. Notting Hill’den bir sahne. Dünyaca ünlü bir aktrist olan Anna, Notting Hill’li kitapçı Will’e aşık olmuştur. Will’in kitabevine gelip aşkını itiraf eder. Will ise birinin Beverly Hills’de, diğerinin Notting Hill’de yaşadığını, birini tüm dünyanın tanıdığını, diğerini annesinin bile zaman zaman hatırlamadığını söyleyerek bu aşkın mümkün olmadığını söyler. Anna’nın kitabevini terk etmeden önceki sözleri şöyledir: “Bu şan şöhretin GERÇEK olmadığını biliyorsun değil mi? Burada ben sadece bir adamın önüne gelmiş, ondan kendisini sevmesini isteyen bir kızım.”  

Benim Başım Kel mi?


kel

Bu sözü bilmeyeniniz, kullanmayanınız yoktur. “Benim neyim eksik?” manasında kullanılır. Keller bu söze alınıyor mu bilmiyorum, ama çok ayrımcı bir laf olduğu kesin. Hatta, tarayalım atasözlerimizi, nedir şu kellerin çektiği canım?

Hem kel, hem fodul

Kel başa şimşir tarak,

Kelin ilacı olsa kendi başına sürer.… uzar gideeeer…

Neyse derdim “keller” değil! Aynı “keller” gibi sözle, gözle ötekileştirilen “engelliler”. Geçen yatmadan, tüm kanalları bir tarayıp sonra yatayım dedim ve bir magazin programına denk geldim. Hande Yener, burnuna sokulmuş mikrofona konuşuyor:

“Evet, aşığım çocuklar. Benim neyim  eksik. Topal mıyım? Kör müyüm? Sakat mıyım?” diye almış gazı konuşuyor…. Ne kanalı, ne programın adını bilmediğim için internetten tam olarak ne dediğini bulamadım. Ama bu minvalde birşeyler söyledi. Bir Allah’ın kulu muhabir de “Niye topallar, körler, sakatlar aşık olamaz mı Hande Hanım?” diye ağzının payını vermedi!

Ben buradan kendisine kendi söylediği “Aşkın Ateşi” şarkısının dizeleriyle karşılık vermek isterim:

Pişmeyene söyle ne denirdi ?
Çiğ mi? Hı hıııı
Görme engelliler için yapılan dokulu yollar

Görme engelliler için yapılan dokulu yollar

Son günlerde, konunun en güzel örneğini de Şafak Pavey üzerinden yaşıyoruz. Pavey’in mecliste üç kadın milletvekilinin baş örtüsü takarak katıldıkları oturumda yaptığı konuşmaya istinaden, bir AKP il başkanının “Topalın biri çıkmış bas bas bağırıyor” dediği iddia ediliyor. Bu konuda ne bir kaynak, ne de bu lafı kimin ettiğine dair bir isim bulabildim. Bu –eğer bir dedikoduysa- onlara da yazıklar olsun!

11.4.2010’deki röportajında Pavey’e methiyeler düzen (tık) gazeteci Sevilay Yükselir’in, nedense meclis konuşması sonrası Pavey’i sakatlığı ve sakatlık sebebi üzerinden vurmaya çalıştığı (tık) ve malesef Egemen Bağış’ın da ona seviyesiz bir şekilde arka çıktığı (tık)  konularında ise bol bol kaynak var!

Malatya AKP Gençlik Kolları MYK üyesi Melik Birgin‘in de geçmişte Pavey’e şöyle bir tweet’i de var: “Allah bir bacağını almış, hala küfürden uyanmazsın, nedir bu inatçılık!” Cümledeki kırıcılığa bakar mısınız? Gerçi sanırım bu beyanı yüzünden uzaklaştırma almış.

Bir de Recep Akdağ’ın Sağlık Bakanlığı döneminde devirdiği bir çam var ki dillere destan, Batman’da Bölge Devlet Hastanesi’nde engelli Nurullah Mehmetoğlu’nun, “Asgari ücretle çalışıyoruz. Koşullarımızın düzeltilmesini istiyoruz” demesine sinirlenerek, “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz. Daha ne yapalım” diye çıkışmıştı!

!

Yerimi aldın, ÖZÜRÜMÜ de alır mısın? Anlayan çok ağır laf!

Neyse devlet seviyesinde de, kişisel seviyelerde de “engellilere bakışımız” konusunda söylenecek çok şey var. Sözün özü ise: topal, kör, şaşı, kel, çirkin, çolak gibi yaftalar yapıştırıp, aklınız sıra aşağılamadan önce bize bahşedilmiş bu bedenin hiçbirimizin tercihi ile olmadığını (Ajda Pekkan filan hariç), bugün sahip olduğumuz halinin baki olmadığını ve de tapulu malımız olmadığını hatırlatmak isterim.

Bu yüzden diyorum ki  EMPATİK düşünelim, SEMPATİK yaklaşalım ve de SİNERJİK konuşalım! 

Üslûp


Diyelim ki aşka tutulduğunuz kişiye, başkalarına gösterdiği ilgiyi size neden göstermediğinin hesabını soracaksınız.

“Ellere şapır şupur,
Bize yarabbi şükür”

mü dersiniz?

Yoksa şöyle mi:

“Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı” *

İşte bu sizin üslûbunuzdur.

Ve fena halde meşrebinizi açık eder.

Yukarıdakilerin ilki çok avam, ikincisi fazla seçkinci!

Siz nasıl bir cümleyle hesap sorardınız?

 

* Fuzuli’nin Gazel’inden. Üff ne güzeldir. Vaktiniz varsa okuyun. (tık)

Hay Ağzına Biber Sürülesiceler…


Bir anne ve bir kadın olarak çığlığımdır!

Kirli, kaba ve cinsiyetçi dilinizi ÜZERİMİZDEN ÇEKİN!

Trafikte, sosyal medyada, bir videonun altındaki yorum kısmında…. hemen  anasına, avradına, ebesine ya da malum organına methiyeler! düzülüveriyor. İşin ilginci bunu kadınlar da yapıyorlar.

Ya kardeşim, varsa bir sıkıntın bunu insan gibi, güzel kelimelere dökerek anlat. Ha yok onu yapamıyorum diyorsan da anasını avradını karıştırmadan bela oku, bok kafa de, Okumaya devam et

“DÜRÜST”” 3’lemesi…


Bu blogu takip eden değerli insanlar…

İmza:Kızın‘da babama yazdığım mektubu okumuş muydunuz acaba? Mektupta genel olarak ilişkimiz ve babama karşı duygularımı anlatmak yerine, 8 yaşımda babamın bana verdiği bir hayat dersinden bahsetmiştim; bana “dürüst” olmayı öğretişinden…Mektubu okumamış olanlar için özet geçersek; Bir gün öğle yemeği için, babaanneme ‘yemek için okulda kalıyorum’ diye yalan söyleyip, Okumaya devam et

“Bir insanı sevmekle başlayacak herşey”


O kadar çok şey var ki aklımda. Nasıl toparlarım, nasıl yazarım, en doğru nasıl ifade ederim bilmiyorum. Şu an sadece yazmaya başlıyorum…Kafamın içinde Zülfü Livaneli çalıyor……
                                                   “Dünyayı güzellik kurtaracak
                                                   Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”

Gezi Park’ına anamla babamla gidip pırpır duygusuyla şu yazıyı kaleme aldığımda elinde “SARILMAK SERBEST” yazılı pankartla isteyene sarılan çocuk için demiştim ki:  “Başbakan geziye değil de Gezi’ye gitse, şu çocuk ona bir sarılsa, Okumaya devam et

Yutup da Söyleyememek


Yutup da söyleyememeler ikiye ayrılır:

  1. Suskunluğum asaletimdendir  / Her lafa verilecek bir cevabım var / Lakin bir lafa bakarım laf mı diye / Bir de adama bakarım adam mı diye! *”  yutmaları: Bu yutmalar, boş yere polemiklere girip hem sinirinizi bozmamak hem enerjinizi boşa sarfetmemek için yapılan susmalardır. Bu tip susmalardan önce genelde donuk bir bakış eşliğinde bir es verilir, karşıdakinin anlayışı tartılır, “yok hiç o topa girmeyeyim” bıkkınlığıyla dönüp totoyu uzaklaşılır. Mesela “Torunum hiç bi şey yemiyo” diye en acıklı ifadesiyle size dert yanan anneanne, eğer bunları söylerken çantasından bisküvi aşıran torununa “heh höh , hadi bunu da ye, bi daha son. kerata seni” diye gülüyorsa, o anneanneye “aaa, ama bisküvü verirseniz yemez ki. Siz kararlı olacaksınız. Yemek saatinde ve masada vereceksiniz, Peşinden koşturmayacaksınız…” diye çok değerli taktiklerinizi paylaşmanız; “Sebze yedirme konusunda ipuçları veren çok güzel bir site var. Adı da terazilastikcimnastik (tık) “diye nefesinizi tüketici açıklamalara girmeniz sadece sizi yıpratır. Bu anneannenin her söylediğinize, “Ama benim torunum…” diye başlayan cümlelerle sunacağı bahaneleri vardır. Onun için en iyisi: “Ya evet, bu çocuklar böyle. Sizin işiniz de zor.” diye gevrek gevrek gülerek konuyu kısa kesmektir. Bu kesinlikle ikiyüzlülük değildir. Bu akıl sağlığınızı koruma metodudur. Ayrıca da karşıdakinin duymak istedikleri tam olarak budur.
  2. “Diyemedim ya la** yutmaları: Bu yutmalar köprüyü geçene kadar dayı demek zorunda kaldığınız ayılara karşı yaptığınız susmalardır. Aslında şakkadanak lafı yapıştırmak, taşı gediğine koymak, karşınızdakini morartmak istersiniz. Ancak gelin görün ki, ya saygılı olmak zorunda olduğunuz bir büyüğünüzdür ya da size maaşınızı ödeyen işvereniniz. Mesela işinizi geciktiren, sözünü tutmamış beş paralık herifin birine “Eee sana da, yapacağın işe de! Oynamıyorum boz” demek istersiniz ama sorumlu olduğunuz onca kişiye cevap verecek kişinin siz olmanız sebebiyle tüm bu lafları gülücüğünüzün arkasına saklar “aslansın, kaplansın” demek zorunda kalırsınız. İşte bu tip, çıkmak için doğru zamanı bekleyen yutmalar, “diyemedim ya la” yutmalarıdır. Bunlar ilk yutmalar grubunun aksine kesinlikle ikiyüzlü yutmalardır. Ama bu ikiyüzlülüğün ağırlığını, işinizi yaptırmanın mutluluğuyla dengeleyebilirsiniz. 

          Aslında utangaçlık, çekingenlik sebebiyle yapılan yutmalar da bu gruba girer. Mesela         reddedilme korkusuyla bir aşığın aşkını itiraf edememesi gibi. Ya da arkasından laf edecekler diye, misafirlikte ikinci tabağı isteyemeyenler gibi.

Yutup da söyleyemediklerinizin minimumda olması dileğiyle… (tık)

* Mevlana

**Klasik bir İşler-Güçler repliği

Şiir


Dikkat bu yazı dışınızı değil, içinizi güldüren bir yazıdır. Kakarakikirinizin ayarlarıyla oynamayınız.

Geçtiğimiz aylarda bu dünyadan göçüp gittiğinde, bu bahaneyle  hem Müşfik Kenter‘e rahmet dilemek hem de sesinden dinleyerek tanıştığım ve hayranı olduğum Orhan Veli‘yi anmak istedim.

O kadar doluydu ki klavyem, sıra gelmedi. İkisinin de mekanı cennet olsun.

Sonra bir arkadaşım dedi ki “Ayy, ben şiir sevmiyorum. Vıcık vıcık romantizm!”

Yazma isteğim kabardı. Şiir sevmeyenlere şiiri anlatmak için.

Şiir sevmemek mümkün değil.

Sevmeyenler, doğru şiirle tanışmamıştır.

Şiir bir duyguyu en kısa ve vurucu yoldan anlatma sanatıdır. Koca bir paragrafı 3 kelimeye sıkıştırmak, arka fonuna da müzik yerleştirmek demektir.

Uzun şiir de vardır. Karmaşık şiir de tabi. Ben onları pek sevmem.

Herşeyde olduğu gibi şiirin de basitini, sadesini severim.

Orhan Veliyi de, Özdemir Asaf‘ı da, bu yüzden çok severim.

Orhan Veli. Veli’nin oğlu. “Onu sonra anlatırım, fakaaat”

Bugün Özdemir Asaf‘tan bahsedeceğim.

1923’te doğmuş ve 58 yaşında ölmüş. Ne kadar genç! Gerçek adının Halit Özdemir Arun olduğunu biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum. 2 kez evlenmiş, 1 kızı, 3 oğlu varmış. Bir de “R” harfini söyleyemezmiş. Bu açığı da bol bol R harfi yazarak kapatmış olmalı. Bunlar da hayatının magazinel kısımları. Bana göre şair olduğu kadar filozof. 

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu

Birinciliği beyaza verdiler.”

diyecek kadar.

“..Yalnızlık paylaşılmaz

Paylaşılsa yalnızlık olmaz”

diyecek kadar.

Aaa tabi bir de:

“Bugüne en uzak gün, dün” var. Pek moda olan, “Anı yaşa, ileriye bak. Geçmişe bakıp ah vah etme”yi güzel anlatmamış mı?

Lavinia’yı duymuşsunuzdur.  En kötü ihtimalle Feridun Düzağaç‘ın sesinden. Al işte aşk şarkısı. Vıcık vıcık mı şimdi o? “…Sana gitme demeyeceğim. Ama gitme Lavinia. Adını gizleyeceğim. Sen de bilme Lavinia.”

Bir de şu vardır:

“Ama ben en çok şeyi, en kısa zamanda sana söyledim.

Yalnız sana.”

Özel birisine, en çok şeyi en kısa zamanda söylediğiniz o kişiye, verilecek bir hediyenin kartına ne de yakışır. Genç delikanlılar, Üniversitede Hayat mesela , bir yerlerde kullanmak üzere hemen not edin:)

Dizelerinden sevdiklerimi, sıra sıra yazsam şaire ayıp mı ederim?

Öğüt: zamanında taze yenmemiş bir ekmeği, başkasına bayat yedirme denemesidir.

**

Tek kişilik miydi ki bu şehir?
Sen gidince bomboş kaldı.
**
Bilmiyorum ne vardı saçlarında..
Rüzgar mı delice eserdi,
Gözlerim mi öyle görürdü yoksa..
Saçlarının her hali hoşuma giderdi

**

Aşka gönül ile düşersen yanarsın
Zeka ile düşersen kavrulursun
Akıl ile düşersen çıldırırsın
Duygu ile düşersen gülünç olursun
Aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın ezilirsin
……Sersem sersem bakınıp durma bir yol seç

Siz de sersem sersem bakınıp durmayın, bir Özdemir Asaf kitabı seçin.

Daha fazlasını okuyun.

Arada yapayım ben bunu, şair hatırlatayım.

Umumi istek üzerine…


Umumi istek üzerine listeliyorum. Bir önceki hikayeden benim aldığım dersler şunlar:

  1. yürekten dile
  2. olmayacak gibi göründüğünde yılma, bir daha ve gerekirse başka şekilde, dile
  3. dilediğin şey, dilediğin şekilde olmazsa bu ancak daha iyisi olacağı içindir. O geleni de sevinçle kabul et

Sizinkiler tabi ki farklı olabilir.Aslında biraz da herkes kendi satır arası mesajını alsın diye, yazmamıştım, Sonuçta herkesin algısı kendi bakış açısı, hayat görüşü ve ihtiyacı dahilinde. Benimkiler size uymayabilir…

Satırlarıma, “her çocuk -okumasını bilene- bir kitap.” diyerek son verirken, çocuğu olmayan arkadaşlarıma kitaplarımı seve seve bir kaç saatliğine ödünç verebileceğimi müjdeliyorum.

Bu bahaneyle biz de kitap okumaya ara verip sinemaya filan gideriz.:)

Hiç Sezen’le Sezemeyen Bir Olur mu? *


*Başlık Bir tek aşk’ın Sezen Üzerine 12 Soru yazısının 1. sorusuydu.Okuduğumda o kadar beğenmiştim ki bu soruyu, bir önceki gece  Sezen Aksu konserinde o minnacık kadın bizi duygudan duyguya sürüklerken bu soru kafamda dönüp durdu. Dolayısıyla da başlığa gelip kondu. Teşekkürler Hande…
 

Sezen‘le Sezemeyen bir olmuyor.

Sezen bir ayrı oluyor.

“Moralim çok bozuk” dedi.
“Bin türlü şaka hazırlamıştım. Bu moralle yapamıycam” dedi.
“Böyle günlerde birbirimizin elini tutmaya daha çok ihtiyacımız var, o yüzden iptal etmedim, burdayım.” dedi.

Sadece şarkılarını söyledi. Aralardaki bir iki kelamın dışında.

Ben -tam olarak niye bozuk olduğunu-anlamadım. Geçen haftalardaki şehitlerimizden bahsediyor sandım. Meğer Afyon’daki patlamayı duyup çıkmış sahneye.

Belki de anlattı, açıkladı ama ben duyamadım.

Duyamadım, çünkü çevrelerden bir yerden karışan acayip gürültülü bir müzik daha vardı.

Çünkü önümüzdekiler hem çekirdek çitleyip hem Sezen Aksu dinliyorlardı.

Çünkü yanımızdakiler, Ataköy’e nasıl döneceklerini tartışıyorlardı.

Çünkü arkamızdakiler Candan Erçetin’in konserinde nasıl da coşturduğundan bahsediyorlardı.

İnsanlar şaka gibi vallahi. Hangi birine cık cık yapacağını şaşırıyor insan. Aziz Nesin’in bir anektodu vardı. Başlarda Aziz Nesin’e acayip hayranlık duyan ve pek hürmet eden yabancı bir arkadaşı, Türkiye’de bir miktar vakit geçirdikten sonra kendisine demiş ki: “Ben de zor bir iş yaptığını sanıyordum. Meğer sen ülkende sadece gördüğünü yazıyormuşsun.” demiş. Hakikaten de öyle. Konserde çekirdek çitlemek sadece Türkiye’de herhalde!

Haksızlık etmeyeyim, bu sene oturduğun yerden sigara içmeyi yasaklamışlar, içecek olan kalkıp geride bir yerlerde içiyor. Bir de bunlara ek dumana maruz da kalabilirdik. O olmadı.Aslında ona da yeltenen oldu da, dürtüp uyardım.

Özellikle bisten sonra Sezen Aksu aldı yürüdü; bizi de yanında götürdü. Tüm damar eski şarkılarını seyircilerin arasına karışarak, kucaklaşarak söyledi.
Sırf o kısım için bile gidilirmiş.

O zaman onun sesinden gelsin…….(tık)

 
Bir de bir şey merak ediyorum. 800 kadar şarkı yazmış bu kadın. 16 yaşında başladığı bu serüvende 40 yıldır yazıyor olsa, yılda kabaca 20 şarkı yazması gerekli.Çoğunlukla da bir şeyler hissedip öyle yazıyor.
Ben dinlerken bana o şarkının hatırlattıklarına doğru yolculuğa çıkıyorum ya (yoksa sadece bana mı öyle oluyor?), acaba o da her seferinde yazdığı anın duygusuna, kişisine, yerine gidip geliyor mu ki?
Öyleyse ne yorucu iş bu yahu.