Tencere dibin kara…


Bir aklına gelip gelip yazamama hali…

İşte sonunda patlak verdi. Ben lafı bıraya koyayım, okuyan okur.

pi

Bak, derin mana var bu sözde. Temel hatamız bu bence.

Kendimizi yontacağımıza,sürekli başkalarıyla ne yaptıklarıyla, ne yapmadıklarıyla uğraşıyoruz. Kendimizi onlarla, ya da onları bizlerle kıyaslıyoruz.Halbuki, Gandhi’nin yaşamına değindiğim yazıda çocuğa “şeker yeme” öğüdünü verebilmek için önce kendisinin şekeri bıraktığını yazmıştım. Yani “Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol”

Günlerdir bir aşağılamalar, bir umutsuzluk, bir ötekileştirmeler havada uçuşuyor. Halbuki takkemizi önümüze koyup düşünme vakti…

Babam her şeye limon sıkar. Baklavaya bile. Ben baklava gibi şerbetli tatlıları sevmem. Limon sıkılmışını hele hiiiç sevmem. Babam, ikram olsun diye bıkmadan bana limon sıkılmış baklava yedirmeye çalışır, hatta ağzıma zorla tıkar. Zorla yediğim bu ikram, hiç hoşuma gitmez.O ise, bu kadar lezzetli bir şeyi sevmediğime bir anlam veremez.

Senin için ikram olan demokratik haklar, ifade özgürlüğü, eşitlik başkaları için limonlu baklava gibi gelebilir. Herkes limonlu baklavayı lezzetli sayacak damak tadına sahip olmayabilir. O zaman niye başkasına zorla limonlu baklava yedirmeye çalışıyorsun? Sen al, ağzını şapırdata şapırdata, keyfini çıkarta çıkarta  kendin ye limonlu baklavayı.

“Ne yani kendi kendime mi demokratik, adil, eşit olayım?”

“Evet”

Şöyle ki…

  • Şimdi Soma’daki işverene “Vay efendim nasıl sigortasız işçi çalıştırırmış?” diye kızıyoruz ya. Eğer evimize temizliğe gelen bir kadın varsa ve biz onu sigortasız çalıştırıyorsak, sizce bizim Soma’daki işverene höykürme hakkımız var mı? Temel olarak biri mikro düzeyde, biri makro düzeyde ikisi de aynı şeyler.
  • “Benim emeğimle kazandığım paradan aldıkları vergileri keyiflerine göre harcıyorlar. Emek hırsızları” diye kızıyoruz ya… Eğer internetten birilerinin emek ve para harcadığı filmleri telif ödemeden servis eden yerlerden seyrediyorsak, korsan kitap okuyor, sertifikasız (kırık) program kullanıyorsak, birilerine “emek hırsızı” deme hakkımız var mı?
  • “Atatürk’ü, milli değerlerimizi ayaklar altına aldılar” diyoruz ya. birilerine koyun derken, onların kutsal saydıklarına saydırırken bizim kutsalımıza laf ettiler deme hakkımız var mı?
  • “Devlet olanaklarını kendi çıkarlarına kullanıyorlar” diyoruz ya, örneğin yol parasından yırtmak için “Şirket arabasıyla gidelim yeaaaaa. Nasılsa şirket ödüyor.” kafasındaysak, devletin malını yiyene laf etme hakkımız var mı?
  • “Anaları nasıl yuhalatırlar? Nasıl ölü bir çocuğun arkasından oh olsun derler?” diye yüreğimize taş oturuyor ya. Terörist sayılan birinin ölüm haberini okuduğumuzda içimizden istemeden de olsa “biri daha gebermiş” diye geçiyorsa, “ama bizimkine gebermiş diyemezsiniz, ayıp.” nasıl diyebiliriz?
  • “Hep eşine dostuna torpil yapmış, belediyeye yandaşlarını doldurmuş” diye söylenirken, işe alımlarda bizim ana kriterimiz beceriler ve yetkinlikler değilse, torpile, kayırmaya kızmaya ne hakkımız var?

Örnekler çoğalır, aklınıza gelirse siz de yazın. Ekleyeyim.

Demem o ki: “Herkes kendi dibini ağartmakla uğraşsa tam süper olacak!”

Kitap: Pi – Azra Kohen Sayfa 700

Müşteri Maymuniyeti


Bu olay başımıza geldiğinde, oracıkta and içmiş sosyal medyada, blogda, kulaktan kulağa kibirlerinden, burnu büyüklüklerinden, müşteriyi hor görmelerinden bahsedip o kafeye ders vermeye karar vermiştim.

Yaptım mı?

Hayır.

Yani bugüne kadar. Ama zaten, olayın üzerinden 1 yılı aşkın zaman geçti. Sinirim söndü, öfkem küllendi.

Üstelik. Üstelik ilahi adalet lafımı bana fena halde yedirdi. “Bir daha adımımı atmam” dediğim o kafede bir kaç ay içinde fotoğraf çekimi yapmak zorunda kaldım. Ama bunu başka yazıda anlatırım.

4 kadın geçen sene Karaköy’de buluşmaya karar verdik. Sorup soruşturup “Karabatak” isimli o popüler kafeye gittik. 4 kişilik bir masada oturup, laflamaya başlamıştık ki…   bir arkadaş daha aradı ve spontane biçimde bize katıldı.

Normal olarak n’aparsınız? Masaya bir sandalye daha ekler, muhabbete kaldığınız yerden devam edersiniz.

Ama öyle olmadı. Garson gelip: “Malesef” dedi, “sandalye koyamıyoruz. Konsepte aykırı”

Espri sanıp, kikirdedik.

Hayır garson ciddiydi.

Biz hala işi şakaya vuruyorduk: “Ne yani 3 kişi şu masaya, 2 kişi diğerine, ayrı ayrı mı oturalım?” dedi aramızdan birisi.

Garson “Evet” dedi.

Hala ciddiydi.

Ne dediysek işe yaramadı.

Ben milli duygulardan girmeye niyetlendim: “Türk değil misiniz yahu siz? Bizde nasıldır, Lahmacuncuda patates kızartması ister gelen ailenin çocuğu. Gider yandaki restorandan bulur, yine mağdur etmez müşterisini. N’olacak? Biz sığarız buraya, sıkışırız 5 kişi.”

“Hayır efendim. Problem sığmak değil. Konsepte aykırı. Sizi içerideki salona alalım, orada 5 kişilik yer var.”

“Ama orası yemek kokuyor.”

“Yapabileceğim bir şey yok. Konsepte aykırı.”

“Yetkili birini görebilir miyiz?”

Yine “konspete aykırı” diyecek diye korktuk. Demedi.

Ama garsonun yerine gelenle de bir yere varamadık.

———————————————————————————————————-

İnsan istiyor ki, “konsept” değil “sen” önemli ol.

Şimdi şöyle demiş olsalardı, biz koşa koşa geçmez miydik?

“Efendim, bir sandalye daha çekeriz tabi. Hiç sorun değil. Ama siz daha geniş bir masada daha rahat edersiniz. Ben taşıyayım eşyalarınızı. Hazır edince sizi çağıralım.”

“Ama orası yemek kokuyor.”

“Hemen havalandırıyoruz. Biz taşıyana kadar, havalanmış da olur.”

———————————————————————————————————

Şimdi ben bunu yazdım diye, oraya gitmekten vaz geçen olur mu?

Sanmıyorum.

Ama benim gitmeyeceğim kesin. Beni “maymun” eden değil, “memnun” eden yerleri tercih ediyorum.

Yani…. o fotoğraf çekimi dışında.

Not: Aslında bu “konsepte aykırı” lafı yıllar önce Moda’da bir otel roof’unda bar taburesinde yemek siparişi vermeye çalışan 2 arkadaşımızla hayatımıza girmişti. Efendim bar taburesinde yemek yemek “konsepte aykırıymış”. Yemek, bar taburesinin 1 metre ötesindeki masalarda yenilebiliyormuş. O zaman, bu olaya epey gülmüş ve fakat kendi başımıza gelebileceğine hiç ihtimal vermemiştik. Pşşşt o 2 arkadaş, bu satırları okuyorsanız şu otelin adını da veriverin de  herkes bilsin, giderlerse sadece masada yemek yiyebileceklerini!

“Toştoşlarına kurban olurum” Kafası


“Boş ver “dedim de, insan duramıyor vallahi.

Şu Özgecan ve sonrasındaki dönemde vuku bulan yirmiye yakın erkek vahşetine baktığımızda…. maalesef bu günahın önemli bir kısmı da KADINLARDA!

Yoo, “o da mini etek giymesinmiş”,o saatte dışarıda ne işi varmış” değil çıkış noktam. Ona cevabı “köpekler, eşekler, kazlar hatta damacanalar da mı mini giymiş?” şeklinde verdiler zaten. Çıkış noktam “kadınların” özellikle de “erkek annelerinin” bu erkek egemen kültür yangınına ellerinde körükle, hatta en önden koşturması!

2 kızım var, sanırım biliyorsunuz. Birincisi elimde, ikincisi karnımda bir tren istasyonunda beklerken, yanıma oturan kadın “Karnındaki ne?” diye sorunca “Bu da kız” demiştim de, acıyarak “Olsun” demişti. Kadınlarda bu “Erkek makbuldür” kafası oldukça, biz daha çoook ah vah ederiz.

Neyse bu iki kızım tiyatro kursuna gidiyor hafta sonları. Kursun facebook sayfasına sınıfın kızlı erkekli toplu resmini koymuş, altına da hepsiyle çoook gururlandıklarına dair çok dokunaklı bir yazı yazmışlar. Hop hemen bir yorum: “Bizim oğlumuz hemen fark ediliyor valla. Allah nazarlardan saklasın “

Hemen altına biri: “En yakışıklı benimki” yazmış. Sonra “abarttım sanırım biraz” diye düşünmüş olmalı, devam etmiş ” Kusura bakmayın çocuklar hepiniz güzelsiniz….ama benimki”

Sonra durur mu bir babaanne (ya da anneanne) yapıştırmış cevabı “En yakışıklı benim torunum. Ama hepinizi seviyorum”

Bir kız annesi de dememiş ki: “Kızım da kızım”

Evet belki İsviçreli bilim adamlarınca yapılmış bir araştırma sonucu yok elimde, ya da Amerika’nın pek prestijli bilmem ne üniversitesinden… Ama işkembeden de atmıyorum, uzun süreli gözlemlerime dayandırıyorum. Bizim anaokulunun sayfasında da görüyorum örneğin; o ışıl ışıl çocuk resimlerinin altına, yazılabilecek binlerce şey varken, erkek çocuk anneleri, (halaları, teyzeleri, anneanneleri, babaanneleri) sadece kendilerininkine odaklanıp “Paşam”lar mı istersiniz “Kurban olurum Yaradana”lar mı? Ya da “Çok canlar yakacak” mı? Uğruna canlar feda edip türlü türlü methiyeler düzüp duruyorlar.

Eyvallah.

Sevmeyin demiyorum erkek evlatlarınızı, torunlarınızı.

Sevin tabi. Hem de doya doya. Zaten “sevgisiz” büyümesi çok tehlikeli.

Ama “TAPMAYI”  da bırakın arkadaş yahu…

———————————————————————————————————-

Bu “erkek vahşeti”ni kadınların körüklediğine dair tezlerim burada bitti sanmayın. Şu da var: “Hemcinsime ‘yollu’ der, anasına etmediğim küfrü bırakmam. Sonra da kadına saygı beklerim” kafası

Eserse onu da yazarım.

Hazır mısınız?


Ölü toprağı atılmış gibi belki üstünüze.

Karar alıp alıp, bir türlü adım atmadıklarınız var.

new_years_resolution_list

Halbuki yeni bir yıl. Yepyeni filizler verme zamanı.

Şu aşağıdaki Meksika atasözünü duymuş muydunuz?

Ben yeni duydum. Paylaşmak istedim.

meksika atasözü

E ne duruyorsunuz? Yeter toprağın altında kaldığınız.

Yeşerin gari.

İş bu dilekçe ile…


İlgili makama,

2015’te özel ricamdır. Aşağıdaki resimde görüldüğü şekilde, 2015 yılı  yanyana gelmez denilenlerin barışıp kaynaştığı, paylaştığı, hatta seviştiği bir yıl olsun. Bizim de içimiz huzur dolsun.

fotoÄŸraf (1)

İş bu dilekçemin ivedilikle işleme alınmasını sayglarımla arz ederim.

Bendeniz Çalıkuşu

Siz Benim Yazma İhtimalimi mi Seviyorsunuz?


Çok utanıyorum, blogu yeni takibe başlayan biri olduğunda.

Çünkü son zamanlarda Okus Pokus için yazmaktan, buralara hiç uğramaz oldum.

Halbuki “ay şunu yazayım” dediğim de çok oluyor.

Yazamayıp içimde kaldıkça da şişiyorum.

Ama gün 24 saat.

Ve benim fırsatım olmuyor.

Halbuki şu cacık gündemde ben sizin yazdıklarımı okuyup, gülümseme ihtimalinizi çok seviyorum.

Bu ara bir de maraton konusu var biliyorsunuz.

Sadece 1 hafta kaldı ve ben fena halde formsuzum. Yumurtacı kişiliğim yine iş başında. Dün akşam başladım. Bakalım devam ettirebilecek miyim?

http://instagram.com/p/vHGz7iLjd5/?modal=true

İşte şu şekil.

Şimdi ben sizin, bunları okuduktan sonra hemen bankanıza girip EFT/havale yapma ihtimalinizi seviyorum.

Tabi hala yapmadıysanız.

İşte bir kez daha bilgiler:

Banka: Türkiye İŞ Bankası Acıbadem Şubesi
IBAN: TR18 0006 4000 0011 0850 7592 34
Alıcı: Sevgi Mağazası Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği

SEVGİ’mizi Kendi Yerimizde Paylaşmak İçin Koşuyoruz


Hani şöyle senaryolar vardır. Mesleğinin doruğundaki polisin, doktorun, aşçının başına meş’um bir şey gelir o da bir daha mesleğini yapmamaya and içer. ta ki, onu bu yemininden caydıracak bir olay başına gelene dek! Hah işte şu an o senaryonun tam ortasındaydım. Ortaokulda lisede felaket bir atlettim. Arkadaşlarım bana “rüzgarın kızı” derlerdi (oooh salla yalandan kimse ölmüyor bu memlekette), bir start çizgisinde bir de finişte görebilirlerdi beni. O kadar hızlıydım yani Civa gibiydim. Bir Elvan, bir Süreyya olmam işten bile değildi. Sonra biri geldi bir laf etti. İşte o gün önümde “koşarak” açılabilecek tüm kapılar kapandı. Değil koşmak, sporun hiç bir türüne yan gözle dahi bakmadım…

Ta ki, kocaman yürekli Sacit Bey 16 Kasım’da “Hadi siz de koşun” diyene kadar. Öyle 50 kişinin araya girmesi filan gerekmedi yani.
“E ben koşamam ki”.
“Siz de yorulduğunuzda yürürsünüz. Önemli olan yarışı tamamlamak. Derece değil ki! Bir de tabi Sevgi Mağazası’na destek olmak”

Sacit Bey Sevgi Mağazası’na gönül verenlerden. Kendisiyle “İmza Ben” zamanında tanışmıştık. Görmüyor, ama bir çok görenden daha çok katma değeri var bu hayata. sevgi SEVGİ MAĞAZASI’nı ise belki duydunuz belki duymadınız. Burada (tık) daha detaylı bilgiyi de bulabilirsiniz.  Kendi sözleriyle şöyle anlatıyorlar Sevgi Mağazası’nı ve koşunun amacını:

Toplumsal dayanışma ve paylaşmaya herkesi davet eden, ihtiyaç sahibi ailelere, öğrencilere, sokakta kalanlara belli zaman aralıklarında kıyafet, eğitim malzemesi, kitap ve oyuncak dağıtan SEVGİ MAĞAZASI’ na bir yer satın alabilmek için senin desteğinle bağış toplamak üzere koşacağız.
Böylece ülkemizin her yerindeki köy okullarına ve bu köylerde yaşayan büyük küçük herkese yardım gönderen, yardımlarıyla onbinlerce  aileye dokunan SEVGİ MAĞAZASI’ nın faaliyetlerine kendi yerinde güven ile devam edebilmesi için bağış  toplayacağız.
Toplumumuzda son günlerde sorgulanmakta olan Sevgi, Hoşgörü ve Paylaşmanın güçlenmesi için çalışan SEVGİ MAĞAZASI’ na sen de gel ve toplumsal kaynaşmaya destek ol, faaliyetlerine katıl, sen de paylaş. Elbette senin de paylaşabileceğin bir şey vardır.
Paylaşmanın yüceliğini bilen hayırseverlerin desteği ile ayakta duran SEVGİ MAĞAZASI’ nın faaliyetlerine kendi yerinde devam edebilmesi için küçükte olsa katkıda bulun…
Seni  SEVGİ MAĞAZASI’nın kendi yerini alma” projesini desteklemeye ve bizimle aynı düşü paylaşmaya çağırıyoruz…
Hiçbir şubesi olmayan Sevgi Mağazası Yard. ve Day. Derneği’ni desteklemek demek toplumsal  kaynaşmaya ışık tutmak demektir…”

Oturduğunuz yerden bu güzel çabaya destek için hadi pamuk eller klavyeye. Az çok demeden aşağıdaki hesap numarasına gönlünüzden kopan bağışı yapın. açıklama kısmına önce benim adımın baş harflerimi (EA)  sonra da kendi adınızı yazarsanız, size teşekkür sertifikanızı ulaştırmam kolay olur.

Banka: Türkiye İŞ Bankası Acıbadem Şubesi
IBAN: TR18 0006 4000  0011 0850 7592 34
Alıcı: Sevgi Mağazası Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği

Ben kendi adıma sürünsem de, canım da çıksa tüm bu kondüsyonsuzuluğuma rağmen 15km’yi tamamlayacağıma söz veriyorum. Desteğinizi bekliyorum, bekliyoruz. Şimdiden her birinize teşekkürler…

Bir Öğretmenin Söylemiş Olduğuna İnanamadığım Cümleler!


4152737

“N’oldu, paranız mı kalmadı da annen baban devlet okuluna göndermek zorunda kaldı?”

“Anlamadınız mı? Diğer şubeye anlattım. Onlardan öğrenirsiniz?”

“Sus be. Seni mi dinleyeceğim?”

“Burada olan, burada kalır. Yoksa hepinize eksi veririm.”

“Bu dövmek değil, ben sevdiğim için hafifçe kafanızı sallıyorum.”

“O parmağını kırarım.”

” Bıktım sizden. Şimdi müdüre söyleyeceğim, okuldan atsınlar.”

“Hepiniz işe yaramazsınız.”

“Bana göre hava hoş, gelir gider maaşımı alırım.”

————————————————————————————————–

Araştırmalara göre, ne okul, ne sosyal tesisler, ne ortam… Çocuğun kişilik gelişiminde, akademik bilgisinde  en önemli, en önemli şeyin “ÖĞRETMEN” olduğunu biliyor muydunuz? Şimdi yukarıdaki cümleler daha da canınızı acıttı mı?

Varsa sizin de tecrübelerinizi duymak isterim….

9 Adımda Nasıl Yaptığınız İşin “En İyisi” Olursunuz?


Şimdi sanki kendim hayatı yalamış yutmuş, gidip de dönmüş gibi size bilmiş bilmiş altın değerinde öğütler vereceğim. Biliyorsunuz “İsterseniz çöpçü olun, en iyisi olun” gibi sözler çok moda şu sıralarda. Ne olursak olalım, nasıl en iyisi olacağız işte adım adım anlatıyorum:

 

köylü ekrem

1- Kalbinizin sesini dinleyin. Mecbur olduğunuz değil, sevdiğiniz işi yapın. Böylece iş yapıyor gibi de hissetmezsiniz.

 

aşırı meşhur pilavcı

aşırı meşhur pilavcı

 

 

 

2- Neyi seçerseniz seçin, alçakgönüllülüğü bırakıp o konuda kendinize tamamiyle güvenin

 

 

 

 

Çakma Ronaldo

Çakma Ronaldo

 

 

3- Elbette karşınıza engeller çıkacak, bazen şartlarınız yetersiz olacak. Olmayana değil, olana odaklanın. Olmuyorsa da….bir şekilde oldurmanın yolunu bulun.

 

 

 

 

işleri büyüttüm dostum

işleri büyüttüm dostum

 

 

4- Nereden geldiğinizi unutmayın. Bu hedefinize doğru ilerlerken şevk ışığınız olacaktır.

 

 

 

 

hedef küçült

 

5- Küçük hedefler koyup adım adım ilerleyin. Kendinize bir anda çok yüklenmeyin.

rakı

 

6- Minik başarılar için bile kendinizi ödüllendirmeyi ihmal etmeyin.

 

 

 

pes

 

7- Kolay pes etmeyin. Hedefinize kararlı adımlarla ilerleyin. Olmuyorsa farklı yollar deneyin.

 

 

 

 

hata

 

8- Hatalarınızdan ders alın.

 

 

 

 

 

yardım

9- Gerekirse yardım almaktan çekinmeyin.

 

 

 

 

 

Ne dudak büküyosun yav? Boğucu gündemde accık gevşe diye yazdım. Beğenmediysen okuma kardeşim. Hadi git twitter oku da gör anyayı konyayı.

 

Gösteri aşağı, Gösteri yukarı


Bir ayı aşkındır bi gösteridir gidiyor: “Gösteriye hazırlanıyoruz.” “Gösteri provamız var.” “Bu saçla mı çıkayım gösteriye!” Okuldakilerden, kurstakilerden bahsetmiyorum. Onlar oldu, bitti. Bu tamamen sitemizdeki çocukların kendi çabalarıyla hazırladıkları bir şey.

Dün misafirliğe gidecektik, Ela’da göz yaşları sel oldu: “Yarın gösterimiz var.  Akış almamız* lazım. Daha hazır değiliz. Rezil mi olalım?” Baktık onun için çok önemli, evde bırakıp biz gittik. Gece geç saatte geldiğimizde bizim apartmanın girişine şu ilan asılmıştı:

gösteri duyurusu

 

“Herhalde” dedim, “çocuklardan birinin annesi işe el attı. İlan hazırladı. tüh bana çocuk çırpındı durdu. Hiç oralı olmadım. Sağ olsun biri ilgilenmiş.” Bu arada gösteri vardı da, bir de kermes çıkmış, Lösev çıkmış. Hadi hayırlısı.

Yattık, kalktık. Sabah güvenlikten bir telefon: Kızım ve alt komşunun kızı, kamera kayıtlarında ilanları asarken görüntülenmiş. İzinsiz olduğu için ve para toplama filan olduğu için müdüriyet görevli güvenlikten savunma istemiş. Konuyla ilgili bilgim var mıymış?

O an evde bulunan ve heyecan içinde prova yapan beş kız bana döndü, konuşmalarımdan bi terslik olduğunu anlamışlardı.Ahizeyi kapatıp, ilanları sordum,  bizimki yapmış (vallahi hem ifade hem de dizayn açısından 10 yaşa göre gayet takdir edilesi bence), hep birlikte asmışlar. 5’i birden hep bir ağızdan bir şeyler anlatıyorlar. Güvenlikten izin aldıklarına dair şaibeli ifadeler var. Neyse güvenlik arayıp, durumu yönetim kurulu başkanına izah etmemi istedi.

Aradım, anlattım. Başkan kahkahalar içinde, beşi karşımda ağlaşıyor. Biri “bizi siteden mi atacaklar”, diğeri “güvenlik ağbiyi işten mi atacaklar?”, bir diğeri “Esra Teyze ver ben konuşayım” ve ötekisi: “Lösevi beğenmediyse Somaya da bağışlayabiliriz.”, ötüşüp duruyorlar. Başkan dedi ki “Çok güzel bir girişim. izinli ilerleseymiş daha iyiymiş,  ama olsun. Sorun yok. İsterseniz verin telefona, kızları biraz korkutayım!” “Yok yok” dedim “zaten yeterince stres oldular.”

Sonrası…. Site yönetiminden de destek çıktılar ya, masa filan göndermişler kermes için. Duyuru dün akşam yapıldığı için, mahşeri bir kalabalık yoktu ama hep gayet iyi para toplandı hem de gösteriler alkış aldı. Bir ara akrobasi şovu gibi, her köşeden bir parende atan çocuk vardı vallahi. Hep bir ağızdan babalar gününü kutlayarak gösteriyi bitirdiler.

Ne yalan söyleyeyim, gurur duydum hepsiyle. Düşünmeleriyle, üretmeleriyle, yoktan var etmeleriyle. Kalpleri gibi güzel günler yaşamaları dileğiyle…Tüm çocukların.

 

* Akış almak, bir tiyatro terimiymiş. Baştan sona tüm gösteriyi prova etmek demekmiş. 

Varan 2


Kocam öğle yemeğinde buluşalım dedi a dostlar. Uçarak gittim. Tam buluşacağımız AVM’nin otoparkına girdim, zırr telefon. Eski bir dost. E haliyle uzun bir konuşma olacak. Ben yerin altına doğru ilerlerken kesilir sandım ama, cık kesintisiz konuşabildik. (Acaba telefon operatörüm hangisi?)

Park ettim, arabadan indim. Laflamaya devam ederek, bir iki adım gitmiştim ki geçen haftaki musibet aklıma geldi. Geri dönüp renge ve numaraya baktım. Aklıma yazdım.

Güvenlik kontrolünden bin bir tantana geçip içeriye girdim. O sırada elim çantama gitti. Aaaa telefonu unutmuşum. Geri çıktım, otopark içinde aklıma yazdığım numaraya doğru yürüdüm. Arabayı açtım, içinde telefonu aradım. Yok. Nerede olabilir, nerede olabilir…

Evet dikkatli okuyucular anladılar.

Tabi ki avcumun içinde, kulağıma yapışmış şekilde.

Fena halde bir beyin formatına ihtiyacım var. Sözün özü.

Mühendislere sesleniyorum…


…ıslık çalınca yanında bitiveren araba yapın. Taaa kovboy Amerikasında bunun at versiyonu varmış, ne yani bi adım öteye gidemedik mi o günlerden? Gerçi bizden bilim adamı çıkmaz, anca ara eleman da belki ecnebi mühendisler el atar konuya. Bak telefon aplikasyonu çıkmış. Telefonu nereye koydu unutanlar için, “ay bi çaldırsana benim telefonu” muhabbeti sona ermiş. Uygulamayı indiriyorsun, önceden anahtar olarak belirlediğin kelimeyi çığırınca, telefon sana bulunduğu yerden cevap veriyor. Büyük hizmet vallaha.

Sabahları Ayça Şen dinliyorum. Ağır gündemde biraz nefes oluyor. Geçen günkü programında arabayı park ettiği yere dikkat etmeyip, saatlerce aradığından bahsetti. Carrefour’a gitmiş, içeriye girerken akıl iki karış havada hiiç dikkat etmemiş park ettiği yere. Çıkınca dank etmiş, aramış taramış bulamamış. Taksi tutup aramış. Tatlı tatlı anlattı böyle. Ben de güldüm. “Hahaa dalgına bak” filan dedim içimden.

Bundan tam bir gün sonra, “gülme komşuna gelir başına” temalı ilahi düzen tıkır tıkır işledi. Arkadaşımla Carrefour’a uğradık bir şey almak için. İnerken kahkah kihkih, hiç dikkat etmemişim nereye park ettiğime. Yapacağımızı yaptık, tam çıkacağız, “Aaaaa nereye koydum ben arabayı?” diye vahiy indi, başımdan aşağı boşalan kaynar sularla beraber. Sen misin elalemle “dalgın ayol nolcek?” diye dalga geçen?

park

İçimden  “ister misin sen de taksi tutmak zorunda kal?” cümlesi alt yazı geçiyor. Ama neyse ki Allah’ın sevgili kuluyum, dolaştığım 3. koridorda buldum arabayı.

Satırlarıma son verirken, bilmiş bilmiş bir “anafikir” yazmayacağım buraya. Başıma geliyor sonra.

 

Duble Yollarda, Duble Mutsuzluklar


Çok hevesim kaçık hakim bey.

Bugünlerde olan biten beni “duble” üzüyor.

Onca insanın bok yoluna gittiğine mi yanayım, yoksa yetkililerin meşin suratlarla sorumluluğu zerre kendinde görmemelerine mi, bilemiyorum. Durumun özeti: “her makamın kaymağını pek güzel yeriz, ama ters giden bir şeyler oldu mu da hoop suçlu şurdaki günah keçisi”

“Sizin ananıza küfretseler öyle durur muydunuz?” diyebilip vatandaşa yumruğu, tekmeyi haklı bulanların “Yahu eşim dostum, babam, oğlum ölse ben de isyan eder, yetkililere küfrederdim.” diyememesi beni fena umutsuzluğa sürüklüyor.

“Soma’daki maden kazalarının sebebi araştırılsın” önergesini reddetip, sonra pişkince “muhalefet de ısrar etseymiş canım” diyebilenler tarafından yönetilmek, üstüne bir de maaşlarını ödemek, aptal gibi hissettiriyor. Gerçi “gibi”si fazla.

Tek kelimesini anlamadığı Şivan Perver’in türküsüne göz yaşı döken güzide eşlerin, yalandan da olsa acı paylaşmak üzere hiç etrafta görünmemesi, beni benden alıyor.

Liste uzar. Ne diyelim Allah’larından bulsunlar mı?

Yok. Ben bu dünyada adalet tecelli etsin istiyorum.

Ah alanlar, ah etsin istiyorum.

Son sözüm şu: o istemdışı alıp verdiğimiz nefes var ya. İşte en büyük ve tek nimet o. O insanlar o nefesi alamadılar. Boğulup gittiler. Kıymetini bilelim vallahi.

Ey kör anla; bu yer bu gök boş
Bırak onu bunu, gönlünü hoş tut hoş
Şu durmadan dağılan alemde
Hepsi, hepsi bir nefestir, gerisi boştur boş

                                                                                   MANGA

 

 

 

 

 

 

 

Babacım!


Yok dinlemekten bıktığınız şu ortalığa saçılan kayıtlardan bahsetmeyeceğim.

Şöyle boğazıma yumru oturmasına sebep olan; insanı hem buran hem de güzel hislerle dolduran bir dernekten söz edeceğim.

Geçen görümcem  “Kanlıca’da Serhan Şeşen Derneği var. Ev gibi. Mutfakta pişiriyorlar, tabağına alıp, hem yiyip hem de müzik ziyafeti çekiyorsun. Çok samimi bir ortam. Grup Gündoğarken varmış. Gider miyiz?” dedi.

Pek Grup Gündoğarken hayranı değilimdir ama “Gideriz” dedim.

Grup Gündoğarken’in solistlerinden Burhan Şeşen’in oğlu Serhan Şeşen’i hatırlıyor musunuz? 2008’de o zamanki adıyla Sema Hastanesine yüksek ateş ve halsizlik şikayetiyle baş vurup, menenjit olduğunun zamanında anlaşılmaması sebebiyle erken yaşta hayata gözlerini yummuştu. Basında epey yer aldığı, sonunda iki doktor ceza aldığı için mutlaka duymuşluğunuz vardır.

serhan-sesen-giris

 

Şeşen biraderler göçüp giden evlatlarının ardından “Serhan Şeşen Müzik, Felsefe ve Yaşama Saygı Derneği” kurmuşlar. Türlü türlü sanat etkinlikleri, dernekte konserler düzenleyip geliriyle de konservatuarda okuyan gençlere burs veriyorlarmış.

Dernekte her yer Serhan’ın resimleriyle dolu; bebeklikten-yakışıklı bir delikanlı olduğu döneme kadar. Kasvet yok, mağduruiyet yok herkes ışıl ışıl herkes gülüyor. Baba Serhan Şeşen’e baktım-zira en önde oturuyordum-şarkı söylerken, oğlunun resimlerine daldı gitti ama hep mütebessüm.

Müzik aşkıyla dolu, ışıl ışıl bir genci yaşatmanın ne güzel bir yolu değil mi? Aynı şekilde Cem Geyran Deniz Kabukları Müzesi var Dragos’ta, o da yine bir babanın oğlunu yaşatmak için küçük çocuklara sunduğu olağanüstü bir armağan. Onun da hatıra defterini okusanız, tüyleriniz diken diken olur. İnsanların ne şık acıyla baş etme şekilleri var değil mi?

Mırıl mırıl şarkılarımızı söyledik, yedik, güldük eğlendik. Çayı harika bu arada, nasıl güzel kokulu. Gecenin bitişinde müzisyenlerden Murat Bey masaya yanaştı: “Hiç bu kadar çay içen bir grup görmedim. Gece uyuyabilecek misiniz merak ettim.” dedi. Artık nasıl abarttıysak.

Neyse orda email adresimizi bırakmıştık. Ertesi gün bir mail geldi. 27 Şubat serhan Şeşen’in doğumgünüymüş, o günü dernekçe “yaşama saygı günü” olarak kutluyorlarmış. Mektup şöyleydi:

Serhan’cım merhaba,

Tam 32 sene olmuş güneşli bir Cumartesi günü Bakırköy Özben Hastahanesi’nde dünyaya gözlerini açman.Sonrasında kısaca hep hayatımıza kattığın sevinçler  mutluluklar…Boş bir sayfaydık içimizi hep güzelliklerle iyiliklerle doldurdun.Dokunmadan  sevmeyi de öğrendik sayende.Bu doğum gününde de saat 14.00 de Acarkent Doğa Koleji’nde  Gündoğarken ve Gülcan Altan’ın katıldığı,Beykoz Omurilik Felçlileri Derneği ve Beykoz Eğitime Destek Derneği için bir konser düzenliyoruz.Tabii ki senin sevdiğin şarkıları da çalacağız merak etme…Doğum günün kutlu olsun…

                                                                                                                        Burhan Şeşen

Belki siz de rahmet okumak istersiniz diye anlatmak istedim.

 

Babacım demişken, kelimeyi gerçek anlamıyla kullanan bir yazı daha var. Elif Yılmaz yazmış. Ben çok beğendim, buyrun okuyun (tık)

 

1990 yılında Kuşadası Altın Güvercin yarışmasında Burhan Şeşen ve oğlu serhan Şeşen’in katıldığı şarkı “SÖZ MÜ BABACIM?”