İçinizden Hanginiz Cesursa Öne Çıksın Hemen…


Ben bu sanal günlüğe niye başladım?

Çünkü yazmak, günlük olayların beni güldüren yönlerini anlatmak, hoşuma gidiyor.

Bunu aslında internetin olmadığı dönemde kağıt-kalemle birebir olarak yapmışlığım da bol. 2 koca kutu mektubu hala saklıyorum. Tabi bendekiler bana gelen mektuplar. Keşke kendiminkilerden de birer kopya tutsaydım…Gerçi bir kısmının var. İzlen’e bir gezideyken yazdıklarımı-ki gün gün yazmışım detaylıca- okudum geçenlerde ne komik, ne keyifli!Ay biliyorum el yazım korkunç. Git gide de kötüleşti. Üniversitede kimse benden ders notu almazdı, o derece yani! Geçen Ela’ya bir şey yazacağım “Ver ver ben yazayım. Seninkini okuyamıyorum” diye elimden çekti. Sonra da “Anne senin yazın niye bu kadar kötü?” diye sordu. Ben de “küçük motor becerilerim zayıf kalmış kızım” dedim. Ne anladıysa güldü. Tabi benim zamanımda küçük motor becerimiz gelişsin diye boncuk dizdirme, hamur yoğurtma gibi faaliyetler mi vardı?

Sonra internet denilen meret 1995 gibi hayatımıza girince, benim arkadaşlarımla sanal yazışmalarım başlamış. Bir kısmını çıktı olarak, bir kısmını da bilgisayarda saklamışım.

Arşivci bir kişiyim vesselam… Bu özelliğim Hamdi Dedem’den. Onun da yazısı pek çirkinmiş. Bunu kendisi de bildiğinden, fotoğrafların arkasını bile Remington daktilosuyla yazardı.

Bazıları bizim gibilere arşivci yerine çöpçü diyorlar!

**

Bakıyorum da yazış şeklim o zaman da pek farklı değilmiş.

Velhasıl burada yaptığım aslında, o zamanlar birebir yaptığımı toplu bir mektuba dönüştürmek!

Adımı sanımı, çocuklarımın adını, kocamı, işimi açıkça yazdım bir de. Bu doğru mudur bilmiyorum? Bazı blogcular takma isim kullanıyorlar ya.

Tüm bunları düşünme sebebim, Ahmet Çavdar’ın geçen gün yazdıkları.

Ahmet, beni sessiz sedasız, efendice takip eden blogculardan biri. Ben de “kimmiş bu beni takip eden arkadaş?” diyerek yazılarını okumaya başladım. Bu üniversitenin ilk yıllarındaki namazında niyazında gençle sanırım bu sanal alem olmasa yollarımız hiçbir şekilde kesişmezdi. Ben de onun dünyasındaki duyguları hiç öğrenemezdim. Çünkü sağımdaki solumdaki herkes aynı.

Aynı sosyokültürel seviyeden, benzer eğitimler almış, benzer düşünceleri olan, benzer zevklere, hobilere sahip, benzer yaşlarda, benzer insanlar…

Bu kötüdür demiyorum. Tabi ki benzer benzeri bulacak. Ama insan bir süre sonra dünyayı öyle bir yer zannediyor. Dediğim o.

Neyse Ahmet demiş ki: “Blogumda kendimi bu kadar deşifre etmeseydim, şimdi açardım ağzımı yumardım gözümü. Aslında blog açarken düşünmüştüm bunu. Gerçek hayattan hiçbir arkadaşım bilmeyecekti, o zaman özel bir günlük gibi olurdu burası. Ben de çıktım mal gibi yazdım, ismimi soyismimi. Okuluma kadar yazdım. Sanki dilekçe yazıyoz, ulan altı üstü bi blogcusun sen. Ne gerek var bu kadar resmiyete. Okuldan arkadaşların öğrendi de ne oldu. Bi yere kadar iyi idare ettim, günlük yazıyorum diye. Sonra birkaç kişiye verince blog adresimi yayıldı gitti.”

Yan yan güldüm bu satırları okurken. Ama düşündüm de. E ben de ismimi cismimi yazdım.

Dolayısıyla bende de benzeri durumlar olmuyor değil. Tam bir şey anlatmaya kalkıyorum, hiç ummadığım birinden “haa evet şöyle şöyle olmuştu di mi?” diye cevap geliyor!

Sonra aklıma bu işin eskilerinden Tuğba’nın 5 yıllık defneyleyasamak.com serüvenine noktayı koyuşu geldi. Bir okuru isim cisim yazmanın güvenlik açısından tehlikeli olduğunu söylemiş, kişinin hayatının herkese ifşa olmasının otosansür gerektirdiği yorumunu yapmıştı. Tuğba da: “Sansür yorar tabi. Bir yanım benim de takıktı bu mevzuya tabi. Kayınvalidemin gün arkadaşları arasında blogdan bahsediliyor olması, ya da eşimin hiç tanımadığım uzaktan bir akrabasının Defneyi ve bizim evimizi biliyor oluşu yorucu. Ama bir yerden sonra bakmıyor insan onlara. Sen yine de yaz. İster defter olsun, ister blog. İnan, sonra okuyunca çok etkileneceksin…. Sevgiler…”

Sanki burada elveda diyecekmişim gibi oldu.

Bir yere gittiğim yok.

Hatta belki daha yeni başlıyoruz. Hayatım bu aralar pek hareketli. Daha onları anlatacağım.

Bu böyle bir düşünceler silsilesi yazısı olsun. Aklımdan geçenler aklımda kalmasın yani. Nazım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey be Kardeşim’ini okudunuz mu? (Okuyun) Orada Nazım ve sevgilisi bir oyun oynarlar, düşünce yakalama oyunu. (Aklından o anda ne geçiyorsa onu söylersin, sonra da onun çağrıştırdığı düşünceyi: mesela “klavye/ aralardaki tozlar/o tozları toplamak için olan hamurumsu jöle/ jöle demişken acaba evde tatlı var mı…vb)  

Bu yazı da öyle oldu, kopuk kopuk uç uca eklenmiş düşünceler.

Ne çok şey söyledim. Ve aslında HİÇ birşey söylemedim di mi?

 

 

 

 

Pabucumun Employer’ı


Şu uçak kaçırıp, bir sonraki uçağı beklerken sarı, üstü köpüklü soğuk şeyler içip içip fena halde yumuşadığımız Londra gezimiz var ya…

İşte o gezide, sonunda bindiğimiz uçakta, bize İngiltere’ye girişte doldurulmak üzere birer form verdiler. Nedense ilk doldurma işi bana düştü.

Uzun zamandır bu tip formlardan doldurmamışım. Mesleği kısmına gelince, duraksadım. Meslek deyince, mezun olduğun okul mu, yoksa yaptığın iş mi yazılır diye düşünürken, Elif yanımdan “employer (işveren) yazacaksın” diye gayet kendinden emin söyleyince mesleği hanesine işveren yazıverdim. Aytuğ o sırada uyukluyordu.

Sonra Elif doldururken, baktım mezun olduğu bölümü yazmış.

Sonra Aytuğ aldı, o da bölümünü yazdı.

Benimle bir güzel dalga geçtiler: “hahaaa işveren diye meslek mi olur!” diye. Uleyn siz sufle vermediniz mi? Bi daha bu formları ilk dolduranın!

Neyse elimizde formlarımız giriş kapısındaki memurların  önünde sıra olduk. Kırmızı yüzlü İngiliz memur üçümüzü aynı anda çağırdı.

Benim şamar oğlanlığım devam etti, ilk benim kağıdımla başladı. “Ne iş yapıyorsun?” diye sordu.

Ben ağzımı açmak üzereyken, Elif “O bir işveren” deyip kikir kikir gülmeye başladı.

Sevgili kocam “Üniversitenin İşveren Bölümünden mezun oldu” dedi.

Ben gülmemek için dudağımı ısırarak memura baktım. Sağımı solumu dürtükledim.

Uçağı kaçırdık, bir de sınırdan geri gönderilirsek tam olur.” diye düşünceler geçiyor kafamdan.

Hani biri başlatır ve kıkırdamanızı tutamazsınız ya, hepimiz birbirimizi tetikleyerek yokuş aşağı saldık kendimizi kıkır kıkır kıkırdıyoruz kırmızı suratlı memurun önünde.

O ise çok ciddi.

Ben arada toparlamaya çalışıp, “kafaları çekmiş bunlar diyecekler. almayacak adam. susalım.” filan demeye yelteniyorum ama ne mümkün kak kak kaak kik kik kiik…..

Neyse parmak izi filan benim kısmım bitti.

Sıra kocama geldi. Elif yandan bağırdı “O da patron” diye. “Bu ikisi karı koca. Biri işveren, biri patron.”

Ben ağlamaklı gülmeye devam ettim.

Memur ciddileşti, ağzının içinde: “Bu durumda sen de çalışanlarısın bunların” dedi.

Onun da şakaya ortak olduğunu -Allah’tan- görünce biz iyice koyverdik, ha hah haaaa.

Bu arada saat gece yarısına yakın. Kimse neşemize anlam veremedi tabi.

Neyse bu gezi boyunca aramızda şaka oldu, employer aşağı, employer yukarı!

***

Oradaki 3. günümüzün akşamına bir müzikale bilet aldık. Sabah haldır huldur turistik mekan dolaşıp, akşamına da Billy Elliot seyredecektik.

Ben turistik bir geziye gitmemizden dolayı minnak çantamda sadece kot-tişört götürmüşüm.

Sabah kahvaltıdan sonra Elif; “Bende elbise var istersen” dedi.

Bu, “kılığına biraz çeki düzen ver-bunlar olmamış” demekti.

2 kadın- ev sahibi ve Elif- beni şöyle bir döndürdüler, evdeki 3. kadın müzik çalarak bize psikolojik destek verdi… Bir anda Türkan Şoray’ın “Ben dünyanın en güzel karısıyam” ına benzer bir dönüşüm yaşadım.

5 dakika sonra kibar fakat alımlı bir makyajla, kabartılmış saçlarımla, elbise, palto ve rugan çantamla iş görüşmesine hazır bir haldeydim!

İşte o kılıkta Thames kenarında çekilmiş bir fotoğrafımız feysbuka düşmüş.

Ben de kendimi kasdederek “Şu soldaki kadın niye iki dirhem bir çekirdek. İş görüşmesine mi gidecek?” diye yorum yaptım. Elif gecikmemiş. “yok o employer” diye cevap vermiş!

Size şimdi o pabucumun employer’ının bugününü anlatacağım:

Sabah uyandım. Ela’yı kaldırdım, kahvaltısını hazırladım, kıyafetlerini başucuna koydum. Duma duma dum. Ayça’nın odasına bıraktığı çantasını buldum, kapının  yanına uçurdum.

Akşamdan çalıştırdığım çamaşır makinası haliyle durmuştu. Kuruyanların yeteri kadarını toplayıp, yenilere yer açtım, 0nları astım.

Ela’yı okula bırakması için Aytuğ’u uyandırdım. Mutfağa döndüm. O da ne? Mutfak kapısından bir Ayça geçti sanki!

Kuruyan çamaşırların arasından Ayça’nın o günkü kıyafetlerini seçtim-ki onları dolaba yerleştirme derdi olmasın, kıyafetlerle birlikte, hanımefendinin kahvaltısını ayağına götürdüm.

Aytuğ Ela’yı okula bırakmak üzere çıktı.

Ben bulaşık makinasını boşalttım, kahvaltı bulaşığına yer açtım.

Aytuğ geri döndü, kahvaltısının başına oturdu. Kendime kahve yaptım, onu içerek üstümü giyindim.

Ben salona döndüğümde Ayça okula götürmek üzere oyuncaklarını seçmiş, Aytuğ ise camın kenarındaki koltuğuna oturmuş kitabını okuyordu.

“Hadi çıkalım” dedim.

Aytuğ annemi arayıp çıktığımızı söyledi, ben o sırada kendime yolda, kalan buz kahvemle yemek üzere peynir ekmek aldım. Bir de akşamdan hazırladığım çıtır tavukları poşetledim.

Okulun aşçısı 2 ay kadar önce ayrılmıştı. Yemek ve temizliği bir arada temizlikten sorumlu devlet bakanımız sürdürüyordu.

Malesef onun da geçen çarşamba ani bir ameliyat geçirmesi gerekti.

Dolayısıyla -bir süre için- okulda yemek ve temizlik işinin ucundan herkesin bir miktar tutması gerekti.

Annemi işine bıraktık. Sahil yolunda  radyo eşliğinde bakına bakına kahvaltımı yaptım. Aytuğ’u işine bıraktık. Okula geldik. Ben mutfağa geçtim, tavukları fırına yerleştirdim, makarna suyunu koydum. O sırada eli boşalan bir öğretmen ayran yaptı.

Öğle yemeği az çok ortaya çıkınca, makinada bekleyen temiz kahvaltı bulaşığını dolaplara yerleştirdim.

Bankaya gittim. Malum ay başı.

Dönerken meyve sebze aldım.

Döndüğümde, çocuklar yemeğe başlamışlardı. Bu yazıya başladım.

O sırada yemek bitti, inip bulaşıkları yerleştirdim.

Kendim de bir şeyler yedim.

Bir çay alıp yazıya döndüm.

Yazı bitince çocukların tuvaletlerini bir kolaçan edeceğim.

Sonra sırasıyla bekleyen işler:

  • Cuma günü İmza: Kızın için yayınevi ile imzaladığımız sözleşmeyi anneme gönderip, görüş alacağım

  • Öğle yemeğinin bulaşıklarını yerleştirip, ikindi kahvaltısı bulaşığı için yer açacağım.

  • İnternet bankacılığından bir iki ödeme yapacağım

  • Cuma günkü sergimiz için bir sağ baştan say yapacağım….

Araya bir yere de dişçi sıkıştırmam lazım. O sanırım önümüzdeki haftayı bekleyecek.

Liste böyle uzayıp gidiyor. Haksız mıyım “Pabucumun İşvereni” demekte…

**

Sokakta hanımefendi, mutfakta aşçı…. diye bir laf var ya.

Bana uyarlarsak, şöyle oluyor:

Kağıt üstünde işveren,  gerçek hayatta ağır işçi, yatakta……yorgunluktan horrrrr! 

Zamanda Yolculuk


“-Yar bana bir eğlence medeeeeeet

-Hemen buraları terk et

-Aman Karagözüm, efendim. Aşağı geliniz, iki gözüm.

-Gelemem işim var seni gidi hoşaflık üzüm…”

Nasıl başladı hatırlamıyorum, muhtemelen Ramazan televizyonlarında görüp tanıdım. 8,9 yaşındayken, yanıma kardeşimi de katar, anneme, babama, artık kimi yakaladıysam zorla kendi yazdığım Karagöz-Hacivat gösterilerini seyrettirirdim. Tek kişilik iki koltuğumuzun arasına bir çarşaf gerer, Okumaya devam et

London’a son ikiiii, haydi kalkıyoooor


Bir arkadaşım, kocası ve arkadaşımın yakın arkadaşı Londra’nın güneyine 2 seneliğine expat olarak giden arkadaşlarını ziyarete karar vermişler. Aslında bu arkadaşları ziyarete  daha kalabalık gideceklermiş, 2’si bilet almalarına rağmen son dakika golleri sebebiyle iptal etmek zorunda kalmışlar, 2’si gruptan 1 hafta önce gitmiş bir saha analizi yapmış, diğer ikisi de Almanya’dan katılacaklarmış.

Neyse bu 3’lü 3-4 ay öncesinden EasyJet’ten adam başı gidiş dönüş dolmuş parasına uçak biletlerini almışlar. Masal bu ya, tam seyahat haftası hepsi çeşitli sebeplerden koşturma halindeymiş, hepsinin arkasında bıraktığı yarım işler kalarak, seyahat günü uçuştan 3 saat önce havaalanında buluşmuşlar.

Bir süre arkadaşımın arkadaşını geçirmeye gelen kocası ve tatlişko kızlarıyla birlikte bir şeyler yiyip içip sohbet etmişler. Sonra arkadaşımın arkadaşının kocası demiş ki:” Ben online check-inlerinizi yaptırdım. Gidip boarding pass’lerinizi alın. Girin içeride kapının yakınında bekleyin. Haydin eyvallah.”

Öpüşüp kolaşıp 3 kafadar pasaport kontrol kapısından girmişler.

Arkadaşımın kocası çok suratsız bir şekilde Okumaya devam et

Reiki Serisi 3buçuk – Sezon Finali


Gelen hanım, Fikriye Hanım’ın arkadaşı Gün Hanım isimli emekli resim öğretmeni bir hanımdı. O da saçlarını boyamadan gri-beyaz bırakmıştı. Çok hafif bir makyajı vardı. Birbiriyle uyumlu fuları, pantolonu ve kazağıyla pek zarif duruyordu. Beşiktaş’tan geliyordu, gelirken çayın yanında yemek için Hasanpaşa getirmişti. Kemalpaşa’yı biliyordum ama Hasanpaşa’yı ilk defa duymuştum. Beşiktaş’ta çok eski bir fırının adıymış.

Biz uyumlama alırken, bizi oraya götüren Ayşe masayı kurmuş, çayları servis etmişti. Sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi, sadece 1 saat kadar önce tanışmış 5 kadın masaya oturduk. Çaylarımızı yudumlarken Ayşe, masadaki ıspanaklı börekten, Hasanpaşa’dan ve diğer hamurişlerinden tabaklarımıza koydu.

Masadakilerin yüzüne baktım, kimsede bir garipseme yoktu. Herkes gayet durumlarından hoşnut görünüyordu. Benim aklımdaysa “Bu insanlar bana karşı niye bu kadar iyiler” sorusu dönüp duruyordu.

Ayşe,dediğine göre Erzincan’lı bir ailenin kızıydı. Sormadığım için öğrenmediğim bir sebeple Bebek’te oturan Fransız bir beyle Türk karısına evlatlık verilmiş, onlar öldükten sonra da o evde oturmaya devam etmişti. Çocuk Gelişimi mezunuydu, kısa bir süre anaokulu öğretmenliği yaptıktan sonra, anladığım kadarıyla velilerle uğraşmaktan bıkmış (Allah Allah niye ki???) kimsesiz çocuklar ve ev hayvanları ile ilgili işler yapmıştı. Sadece ev hayvanları değil barınaktaki sokak hayvanlarıyla ilgili de aktif olarak çalışıyordu. Yine satır araları anlatılanlardan çıkardığım kadarıyla tedavi amaçlı masaj konusunda da bir uzmanlığı ve hatta tanınmışlığı da vardı. Kendiyle, hayatla barışık bir havası vardı. Fikriye Hanım’ı nereden tanıyordu, en ufak bir fikrim yoktu. Ancak kendisine Fikriye Anne diye sesleniyordu.

Gün Hanım’ın anlattıklarından da iflah olmaz bir hayvansever olduğu anlaşılıyordu. Cihangir’de oturuyor, resmin yanı sıra yazmayı da seviyordu. O gün çok güneşli olmasına rağmen, sadece 1 gün önce kar kış kıyamet olduğu için, sokak kedilerine mama vermiş, sevgi arsızı bir iki tanesini ise kucağına oturtup sevmişti. Onun için gelir gelmez banyoya, ellerini yıkamaya gitmişti. Banyodan çıkıp, mis kokulu çaylarımızı servis ederken, fermuarının açık kaldığını farkettim. O narin yapısıyla tezat yaratan bu görüntüyü, kısa bir süre sonra kendisi de farketti, hemen mutfağa gidip dükkanın kepenklerini indiriverdi.

Tatlı tatlı geçen gün otobüste başına gelenleri anlatmaya koyuldu. Merakla dinliyor, ama “Bu insanlar bana karşı niye bu kadar iyiler?” yankısını kafamdan atamıyordum. Belli ki ilk defa izin koparıp birlikte gezmeye çıkmış genç bir çiftten bahsetmeye başladı. Otobüste yanyana dizdize gözgöze oturan aşıklar, Gün Hanım’ın otobüse binmesiyle toparlanmış, erkek olanı hemen ona yer vermişti. Delikanlı ayakta, genç kız oturarak gözlerini kesiştirerek sevgilerini birbirlerine akıtmaya devam etmişlerdi. Gün Hanım  hayranlıkla onları izlemiş, inerken de “Birbirinizi hep böyle sevin” demişti. Hikayenin burasında kıkıkır kıkır gülmeye başladı. Allah’ın yaşlı bir kadınının nasihatinin, başında kavak yelleri esen 2 gence ne kadar da komik geleceğini düşünüp düşünüp gülüyordu.

Ben de güldüm. Gülerken, kafamın içinde cirit atan “Bu insanlar bana karşı niye bu kadar iyiler?” sorusunun sol yanındaki boşluktan “Bunu bloga yazabilirim” düşüncesi geçiverdi.

Birden ciddileşti. Otobüs deyince 10 Temmuz 1998’de Mısır Çarşısı’na gitmek için bindiği, daha sonra uyku bastırdığı için inip eve gidip uyumayı tercih ettiği otobüs anısı gelmişti aklına. O uyku hali, onu korumuştu. Çünkü uyku bastırmayıp otobüsten inmeseydi, Mısır Çarşısı’na gitmiş Pınar Selek’in yaptığı iddia edilen patlamanın tam ortasında kalmış olacaktı ve biz de bugün o masada sadece 4 kadın çay içiyor olacaktık.

Pınar Selek

Laf bu sefer uyku ve rüyalara gelmişti. Fikriye Hanım önemli siyasi dönemeçlerin hemen öncesinde gördüğü rüyalardan bahsetti. 12 Eylül’ün, 27 Mart’ın, Özal’ın gelişinin habercisi rüyalarından. Gün Hanım da gördüğü fakat anlatmaya korktuğu bir rüyanın varlığından bahsetti. Son 4-5 yıldır sanırım, rüyalarını düzenli bir şekilde yazan Figen’in bu konuda anlatacağı çok şey vardı. Kısa bir süre önce Servet Derya Değerli için tasarladığı Rüya Olumlama Kartları’ndan da bahsetti. Ayşe biten çaylarımızı doldurdu. Ben anlatacak bir şeyler aradım, bulamadım. Beni esir almış olan “Bu insanlar bana karşı niye bu kadar iyiler?” sorusu anlatacak bir şey bulmama engel oldu.

Sonra Gün Hanım bizim için meyve soydu, hepimize servis yaptı. Çayın ve karbonhidrat ağırlıklı yediklerimizin üzerine vitaminimizi de aldık.

Ayşe, Gün hanım  ve ben masayı toplamaya başladık. Figen Fikriye Hanım’la derin bir sohbete daldı. Onlar sohbet ederken seramik fincanlarımız, tabaklarımız ve gümüş çatallarımız yıkanıp yerlerine geri kondular.

Figen’in bakışlarını yakalayıp, benim gitmem gerektiğini fısıldadım. O ve Ayşe biraz daha kalacaklardı.

Fikriye hanım’a çok teşekkür edip, ayrılmam gerektiğini söyledim. Ayşe de, Gün hanım da Fikriye Hanım da sarılıp öptüler. Bu insanlar bana karşı niye bu kadar iyilerdi?

 “85’in üzerindeyim, köşemde oturayım” filan demeden Fikriye Hanım evsahibi olmanın ağırlığıyla beni apartmanın merdivenlerine kadar uğurladı. Elime reiki ile ilgili bir cd tutuşturdu. O zaman niye orada olduğumu hatırladım. “Reiki 2 için geldiğinde, bundan 5 kopya getirirsin” dedi.

Minnettar ve şaşkın el salladım. Bu insanlar bana karşı niye bu kadar iyilerdi?

Kendi kendime kızdım. O huzurun içinde kendi kendimi huzursuz edişime kızdım. Orada geçirdiğim sürenin bir saniyesinde bile sıkılmamıştım. Herkes çok iyiydi. Herşey çok keyifliydi. Yine de kafamdan “Bu insanlar bana karşı niye bu kadar iyiler?” sorusunu atamamıştım. Karşılığında benden hiçbir şey istemeden 3-4 saatlerini benimle geçirmelerine, benimle yiyip içip sohbet etmelerine, bu esnada yüzlerinden gülümsemeyi hiç eksik etmemelerine bir türlü anlam veremiyordum.

“Yuh olsun Esra ‘Belki de Fikriy’anım bugün 5 çayını yalnız yudumlamak istememiş’ deyip keyfini çıkartmayı beceremedin ya, yuh olsun sana” dedim kendi kendime.

Saate baktım, bu sefer de kızımı okuldan almaya gecikişime huzursuzlandım. Yeni bir huzursuzlanma konusu bulduğum için kendimle müthiş gurur duydum.

———————–

Şaşıracaksınız ama reiki serisi burada bitti. Dağılabilirsiniz.

Naz Machen


Berlin Kaplanı’nı henüz seyretmedim, ama fragmanında gördüm. Ana kahraman Ayhan Kaplan küçük arkadaşıyla sanırım bir kız üzerine sohbet ederken, “naz yapıyor” manasında yarı Almanca yarı Türkçe “naz machen” lafını kullanıyor, siz de gördünüz mü?

Lafı uzatmadan gelmek istediğim yere geleyim; 1 aydır oram buram kurcalanmasına rağmen,sebebi bulunamayan hastalığımın teşhisini, bu fragman sayesinde, bizzat kendim koydum: NAZ MACHEN.  Zira, bakılan her organım için, konunun muhatabı doktor “tertemiz” ifadesini kulandı. Madem her organım tıkır tıkır işliyor, yaşadıklarımın açıklaması olarak tek seçenek kaldı : benim şımarıklığım.

Hastanedeki mavi gözlü teyzenin ahı tutmuş olmalı,Perşembe günü hortum olayına da girdik Allaha şükür. Ben, müsadenizle, bu yazıda KOLONOSKOPİ 101 dersi vermek istiyorum. Belki bu yazının işlem öncesi tirtir titremekte olan bir ademoğluna, işlemin hiç de korkulacak bir şey olmadığına ikna konusunda yardımı olur .

Konu hakkında bir önbilgi edinmek için, ben internette aramadım ama 3 kez kolonoskopi geçiren yengem ve bir başka arkadaşımla 5N, 1K sorularını soraraktan bir mülakat yaptım. Her ikisinin de birleştiği nokta işlemin değil, hazırlık döneminin ÇOK ZOR olduğuydu.

Doğrusu ben de onlarla hemfikirim. Kurallar gereği, işlemden bir gün önce hafif bir kahvaltının ardından, tüm gün boyunca sadece ve sadece sıvı alabiliyorsunuz. Sıvı dediysek öyle çorba filan değil, tanesiz, babannemin deyişiyle özsüz tuzsuz sıvılar; ayran, süt, posasız meyve suyu, su, berrak et suyu..vb.

Bu başta problem değil gibi görünse de belli bir bardaktan sonra insan çiğneyecek bir şeyler aramıyor değil. Yine de zor kısmı akşamüstünden sonra başlıyor; bağırsakları boşaltıcı etkisi olan iğrenç tadı olan bir sıvı içiyorsunuz. Aslında bunun vişne suyu ile içilmesi tavsiye edilmiş, ben “sek alırım n’olucak ya” dedim. Öğüre öğüre içtim vallahi. Öneri yapıldıysa mutlaka uyun derim.

Sonra da 4 litre suya çeşitli elektrotlar bulunan bir toz katıp başlıyorsunuz saat 8’den sonra içmeye. Bu aslında maviş teyzenin çikolata eşliğinde içtiği 1,5 litrelik sıvıyla aynı terkip galiba. Yalnız 4 litreye çıkınca iş çok zorlaşıyor tabi. Bir yandan boşalt, bir yandan o sıvıyı iç; insanın iflahı kuruyor. Benim suyu bitirmem 4,5 saat filan sürdü. Gece 1,5’da halen son bardağımı yudumlamaya çalışıyordum ki, artık bünyem kabul etmedi! Bööööğğğğghhhh

Olayın bir diğer meşakkatli kısmı da akşam yatarken ve sabah kalkınca uygulanan lavman. Daha önceden detoks yapanlar denemiş olabilirler, ben ilk kez yaşadığım için bu kısımda da çok şaşırdım. Kesintisiz bir şelale akışı eşliğinde, emin oluyorsunuz ki içiniz pürüpak olmuş! Uygulama zor değil, bir kaç isabetsiz hedef bulma denemesinden sonra kişi kendisi de rahatça uygulayabiliyor.

Önemli not, son lavmanı evden çıkmadan 1 saat kadar önce yapın ki, içinizde boşalacak zerre sıvı kalmasın. Alimallah İstanbul trafiği sizi yolda hiç istemediğiniz durumlara sokabilir. Yol için bir hasta bezi bağlamak iyi bir fikir olabilir!

Adı kendinden büyük esas konuya gelirsek: yani KOLONOSKOPİ’nin bizzat kendisine. Bunun için kimisi genel anestezi tercih edilebileceğini, kimisi de basit bir sakinleştirici ile çok rahat gerçekleştiğini söylemişti. Benimki sakinleştirici eşliğinde yapılacak türüydü. Durduk yerde anestezi almanın bir manası yoktu zaten.

Ayakları karna çekerek yan yatıyorsunuz, yüzünüz ekrana, backgroundunuz doktora dönük oluyor. Yengem işlem sırasında malum yerinde küçücük bir delik için perforaj olan bir külot giyildiğini söylemişti, bu da fikir olarak bana çok rahatlatıcı gelmişti. Genç kızken, mamografi çektirmiştim bir kez. Üniversite hastanesi olduğu için zaten bana çevrilmiş gözler fazlacaydı, bir de boşları toplamak için çaycı girince içeriye, ister istemez bir fobi oluştu.  Perforajlı külot beni hipokrat yeminsiz gözlerden korumak için güzel bir kılıf olur diye düşünüp, rahatlamıştım. Ama meğer her hastanede yöntem aynı değilmiş. Bunu hastabakıcı kadın, beni hazırlanma kabinine götürüp: “Üstünüzdekileri komple çıkarın, bir tek çorabınız kalabilir.” dediğinde net bir şekilde anladım. Bir taraftan soyunup, bir taraftan gülüyorum; örtünme niyetine tek elimde olan şey “çoraplarım”. Buna da şükür!

Geri kalan kısmı aynı, bir önlük giyip yan yatıyorsunuz. Sakinleştiriciyi yapıyorlar. Siz kuzu kuzu ekrandaki pembe odacıklara bakarken ve doktorların başınızdaki mırıltıları bir ninni efekti yaratırken her şey olup bitiveriyor. Korkacak, endişelenecek gerçekten hiç bir şey yok.

Aaa bu arada” İşlem ve riskleri konusunda bilgilendirildim. Sorumluluk bana aittir.” diye en küçük fontla yazılmış bir sözleşme imzalayıp giriyorsunuz, bu da önemli bir nokta.

Çıkışta, doktorum, “İçinizin güzelliği dışınıza yansımış Esra Hanım. Çok dönemeçli bir bağırsak yapınız var, ama biz virajları başarıyla aldık. Hiç bir zararlı parçaya rastlamadık. Rahat görelim diye içinize biraz hava basmıştık. Çekinmeden geldikçe, yellenin. Bu noktadan sonra, rahat rahat istediğinizi yiyebilirsiniz. ” deyip bizi yolladı. Ben sakinleştiricinin etkisiyle dilim dolaşarak bir-iki soru sordum. Ama ne sorduğumu da, verilen cevabı da hatırlamıyorum.

Bu arada hastaneye bu sefer tek tabanca değil, heyet halinde gittiğimizi belirtmeme gerek yok sanırım. Refakatçi heyet ve ben eve ulaşır ulaşmaz, dünden beri gözümün önünden kebaplar uçuşmasına rağmen, uyku ağır bastı ve herkesi kovalayarak uyuyakaldım. 4’e kadar uyumuşum.

Uyanınca başucuma değerli eşimin bıraktığı poğaçayı mideye indirip, üstüne bir bardak su içmemle, öğürerek çıkarmam bir oldu. Herkes işine gücüne döndüğü için, 2 saat kadar kendi kendimi iyileştirmeye çalıştım. Nane-limon, galeta, su… denediğim her şeyin ağzımdan girmesiyle çıkması bir oldu. Geçen seferden akıllandığım için hemen annemi çağırdım. Annem önce işlemi 3 kere yaşamış yengeme danıştı. Sonra doktoru aradık. Doktor panik oldu, bulantı ve kusma kolonoskopi sonrası görülen rahatsızlıklardan değilmiş. Çeşitli sorularla sıkıntımın kaynağını anlamaya çalıştı. Annem henüz bir şey yememiş olduğumu söyleyince işin bir sarmala döndüğü anlaşıldı.

Ben yemedikçe mide safra üretmiş, safra üredikçe yeni gelen hiç bir şeyi mide kabul edemez hale gelmişti. E zaten sıvı bile kalmamıştı vücutta.

Neyse, annemin doktorla mutabık kaldığı mide bulantısına karşı bir ilaç alıp, üzerine hafif bir şeyler yeme fikrini uygulamaya karar verdik. Elimizde, mide bulantısına karşı 2 ilaç vardı. Baktık birinin son kullanma tarihi 2010’un martında dolmuş. Hemen diğerine baktık O da 2011’in kasımında dolmuş. 4 aylık bir riski göze alarak ilacı yuttum. Allah’tan ilaç şirketleri marjlı bir SKT yazıyorlar ilaç üzerine. Bir 20 dakika sonra da üzerine de bir yayla çorbası…. Neyse doktor da rahatladı, ben de. Vallahi, adamcağız sabah bile arayıp hatırımı sordu!

İşte bu tecrübe sonrası, kolonoskopi’ye dair hiç bir yerde bulamayacağınız önerim geliyor: mümkün olan ilk dakika hemen mideye bir şeyler indiriniz. Aç mideyle sakın ha sakın uykuya dalmayınız.

Bu yazı, programı için akıl hastanesinde yatıp, dağa tırmanıp, damdan atlayıp deneyimlerini izleyicileriyle paylaşan programcılarınki gibi oldu. Bir sonraki deneyim dolu yazımızda görüşmek üzere: Sağlıkla kalın!

Beklerken, Memleketimden İnsan Manzaraları


Sesimin soluğumun çıkmadığı kısa dönemi, battaniyemin altında dizi seyrederek, ve kakarakikiri biriktiremeden geçirdiğim sanılmasın.

Bir devlet hastanesinde, İstanbul’a karın düştüğü ilk günde, tüm abdomen tomografisi çektirmişliğim var! Kim bilir neler yaşamışımdır, bir tahmininiz var mı?

Torpilli bir hasta olarak, saat 8:30’da 1,5 litrelik suyumla, bir şey yememiş olarak hastanede olmam söylendi. Sabah uyandım, nasıl kar yağıyor. Arabayı çıkarmaya korktum; tren-dolmuş arasında sıkça başvurduğum “O piti piti” yöntemiyle seçimimi yaptım. Sonuç: tren çıktı. İstasyona yürümeye üşendiğimden, önümden geçmekte olan sarı dolmuşa bindim.

Neyse 8:15’de hastanedeydim. Gelin görün ki, ne randevulaştığım kişi ne de muhatabı olduğum birimlerin kilit isimleri henüz gelememişlerdi. Olsun. Suyuma sarılıp bekledim.  Sırayla herkes gelmeye başladı. İşin iyi yanı hasta sayısı da nispeten azdı.

Suyuma bir ilaç katıp, bir saat içinde azar azar içmemi salık verdiler. Oda kapısına bakan bekleme banklarına oturup suyumu yudumlamaya başladım. Yanımda akça suratlı, başı örtülü, mantolu maviş bir teyze oturuyor, onun da elinde bir şaşal şişesi. Maviş maviş gülümseyip “Sana da hortum soktular mı?” dedi kolonoskopiyi kasdederek. “Yok” dedim, “umarım o safha gerekmez.”

Sonra sanki uzun süredir birkaç kelam etmeye hasretmiş gibi başladı anlatmaya; oğlu evlenmiş boşanmış, sonra bu evlilikten doğan kuzucuğu bunların başına bırakmış. O da ilk önce üzüntüden midesini kanatmış. Ameliyat olmuş, sonra kalın bağırsağın da hatırı kalmasın diye, bir de oradan ameliyat olmuş. Şimdi her şey yolunda mı diye kontrole gelmiş. Benim öyle olur, genelde yanıma yurduma oturanlar başlar anlatmaya!

Arada da suyundan bir yudum alıp suratını ekşitiyor. Suyun bıraktığı tadı alsın diye de çantasından çıkardığı üstü beyazlamış yuvarlak çikolataları mideye indiriyor. Uzatıp, bana da ikram etti: “Yer misin?”.

“Yok aç gel dediler bana. Size demediler mi?”

Büyük ihtimalle ona da demişlerdi, omuz silkeleyip reddettiğim parçayı ağzına attı.

O sırada kızı geldi. O da başı örtülü, yanağından kan damlayan, ay suratlı bir küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk. “Şayapçılay , için bakalım” dedi bize gülerek.  Bekleyen herkesle arkadaş olmuş, hastanenin girdisini çıktısını öğrenmiş bir hali vardı. “Sizden de 2 ilaç istediley, di mi?” dedi. “Ben torpilliyim. İlaç milaç istemediler” diyemedim. “Hıııı” diye geçiştirdim. Teyzeye damar yolu açmak için seslenilince, yanımda boşalan yere oturdu. Yanındaki tülbentli kadın “Nerelisin sen?” diye sordu. Zaten hemşerim memleket nire böyle muhabbetlerin olmazsa olmazıdır.

“Sivas Zaya” diye cevap verdi.

“Neresi?” dedi kadın anlamayarak.

“Zaya Zaya”.

“Suşehrini bilir misin?”

“Biliyim. Keşke bilmesem. Şeytandıy onlay.”

“Niye canım. İyi insanlar.”

“Yooo. Düşmanım düşmesin Suşehiyliye”

Tülbentli kadın çok bozulmuş bir şekilde susup, totosunu bize doğru, kafasını diğer tarafa çevirdi. Bu muhabbetten rol kapmak için: “Peki ya Çamurlu?” dedim. Çamurlu anneannemin köyü. “Haa bilirim” deyip, Sivas’ın tüm köy ve kazalarını saymaya başladı. Yalnız niye Suşehrini sevmediğini, Çamurlu hakkında ne düşündüğünü öğrenemedik.

O sırada nereden çıktığını anlamadığım şekilde saçları kırlaşmış, sakallı, dimdik, 60’larında bir beyamca çıkıverdi: “Konya Ereğli’yi de bilir misin?” Hem sağımla hem solumla ahbap çıkabilmenin mutluluğu içinde “Ben bilirim” dedim.  Etliekmek, tandır kebabı, Mevlana üzerine kısa bir nostaljik sohbet  yaptık. İstanbul’un bilindik Konya lokantalarının yerlerini harita üzerinde gösterdikten sonra, adam emekli matematik öğretmeni olduğunu anlattı.

Beyefendi çalışma hayatına ilk okuttuğu çocukların çocuklarını da okutarak son vermiş. “Son veli toplantıları çok komikti” dedi “Ferit, oğlun senden daha iyi” diye yorum yapıyordum diye gevrek gevrek güldü. Biz de güldük.

Hemen yanında yine ayakta dikilen, ancak takati kalmamış gibi görünen biri daha vardı. Her iki bey de, pek şifreli konuşmalarından anladığım kadarıyla batın tomografisi için değil prostatla ilgili bir tomografi için gelmişlerdi. Matematik öğretmeni  olan sadece kontrole gelmişti, ama diğerinin kanserli hücreleri kemiğe sıçramıştı. Hep birlikte teselli ettik; “. İyi düşün geçer”dedik; dediklerimize kendimiz de inanmadık.

Oradan laf nasıl geldi bilmiyorum yanağından kan damlayan kızın da matematik öğretmeni olan beyamcanın da küçükken okula giderken ısınmak için içlerine tezek koyduğundan bahsetmeye başladık. Tezek, kerpiç ve kemre arasındaki farkı öğrendik. Muhabbet iyice irtifa kaybetmeye  başlamıştı ki, teyze kolunda kelebek takılı olarak yerine döndü. Kızı muzip şekilde yeni kişilerle tanışmak üzere başka bekleyenlere doğru yanımızdan yok oldu.

Beyamca bu sefer aslında emeklilik sonrası Alanya’ya yerleştiklerini, buraya torun bakmak için geldiklerini anlattı. Ben hemen “Vallahi hakkınızı ödeyemeyiz. Küçükken bize, büyüyünce torunlara… Bizim kızlar da annemlerde şimdi.”  diyerek evlat kısmının torun bakma hizmetinden duyduğu memnuniyete tercüman oldum.  Açık açık yağ çektim. Bir eğitimci olarak lafı torununun okuluna getirip: “25.000 veriyorlar senelik. Değiyor mu bilmiyorum.” Dedi. Bu konuya dahil olmadım. Malum senelik ücretimiz 25.000 olmasa da biz de o özel okullardan birinin sahibiyiz!

Teyzenin de benim de suyumuz bitti. Saate baktım, çekim için randevu verdikleri saat gelmiş. Ayağa kalktığımda, beyamcanın sırası olmasına rağmen, kanserlinin adını okuyup içeriye çağırdılar. Bize doğru dönüp “O daha hasta, onun için sesimi çıkarmadım. Yoksa sıra benimdi.” dedi. Tam 3 kez. Asıl ikna etmek istediği kendisiydi sanki.

Yan kapıdan görevlinin yanına gittim. Bana da bir damar yolu açtılar. Kenarda makinaya alınmamı beklerken odadaki balık eti hemşirenin annesiyle telefon konuşmasına tanık oldum. İster istemez. “Anne akşama aldım biletimi. Geliyorum.”

“…….”

“Nasıl ya, gelmeyeyim mi? Peki anne. İstemiyorum kızım seni desene”.

“….”

“Tamam tamam anladım ben. İstenmediğim yere gelmem.”

Ağzımı açtım. “Çok kötü kar var. Edirne yolu berbattır. Yolda kalırsınız. Anneniz sizi düşündüğü için gelmeyin demiştir” demek için. Sonra iç sesim: üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokma, “siz kimsiniz” dese ne diyeceksin? dedi. İç sesimi dinledim.

O sırada içeri yeni giren bir kadın “Siz kimsiniz?” demesin mi?

Bir afalladım. “Cahit Bey’i bekliyorum” dedim. Cahit Bey “torpilli bu idare et” dercesine bir kafa hareketi yaptı. Konu kapandı.

Sonra beni makinanın olduğu kısma aldılar. Allahım nasıl soğuk, oldum olası soğuğu sevmem. Kakır kakır titremeye başladım. Sonradan giren kadın bana yardımcı olmak için yanıma geldi. Deminki sorusu için özür diledi. Belli ki Cahit Bey ben makinaya doğru ilerlerken torpilin detayını fısıldamıştı. “Aaa yok tabi soracaksınız. Önemli değil” gülümseşmeleri yaptık karşılıklı.

Yattım, tünele girdim,tünelden çıktım, ilaç zerkedildi, tünele girdim, tünelden çıktım….

Dışarı çıkınca yarım saat, 40 dakika alerjik bir durum ihtimline karşı beklememi söylediler. Tam kendime oturacak yer arıyordum ki beyamca bitiverdi yine yanımda. “Hemşerim, görüşemezsek geçmiş olsun” dedi.

Bir kez daha yabaniliğimden utanıp bu sefer ben teyze ve kızına sokulup iyi günler diledim. Sonra da, o kadar gelmişim SelginGB’nin beyine uğramadan gitmeyeyim dedim. Zaten odası bir üst kattaymış.  Bir sonraki hastanın odaya intikal edeceği kapı aralığını yakalamak için beklemeye başladım. Kapı aralandığında, aaa o da ne? İçeride bir kadın. Kapıdaki isme baktım, içeriye baktım. “SelginGB’nin beyi yok mu?” diye sordum. “Yok” dedi, güleryüzsüz doktor hanım. “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diyebilecekken, demedim. Teşekkür ettim.

Sabahtan beri bir şey yemediğim için, doğru kantine yöneldim. Kantin ve sonrasındaki minibüs maceram da bir başka kakarakikiriye.

“Alt tarafı bir film çektirdin, 4 saati Türk dizisi kıvamında mı anlatacaksın be kadın” diyebilirsiniz.  Cevabım evet; reyting kaygısı, yayından kaldırılma korkusu olmadan hababam yazma fırsatı bulmuşum. Yazacağım tabi.

Döküldük


HİÇ geçmeyecek mi benim bu hastalığım? Neden hep BEN hastalanıyorum?”

Bunu, gözlerinde yaş hisli bir ses tonuyla söyleyen,  bardağın hep boş tarafını gören, sabır ve olumlu düşünme konusunda zerre kadar bana çekmeyen Ela. (Beğenilmeyen huylar hep babaya çeker, hala öğrenemeyen var mı?)

Çarşamba günü okuldayken dayanılmaz bir başağrısı çekmeye başlamış. Ben eve geldiğimde, hiç alışık olmadığım şekilde uyuyordu! Benim geldiğimi farkedince, ağlamaya başladı ve yukarıdaki repliği sarfetti. Halbuki kendisi senede 1 kez hastalanan ve bu hastalığı da en hafif biçimde ve en kısa sürede  geçiren bir bünyeye sahip. Lezzetli ağrı kesicilerle akşamın geri kalan kısmını şen şakrak geçirdik. Sabah hafif bir boğaz ağrısı dışında bir sıkıntısı olmayınca, perşembe de okula gitti. O günü vukuatsız ama iştahsız ve biraz halsizce geçirmiş. Akşamına ateşlendi. Sabah ise karnında, göğsünde isilik gibi kırmızı pütürüklerle uyandı. Bu iyi haberdi, çünkü döküntü genelde bu tip hastalıkların son safhasıydı. Gayet enerjik görünmesine rağmen bulaşıcı olabileceği için okula gitmedi. Zaten sonra teşhis de bulaşıcı olduğunu doğruladı: “kızıl”.

Tabi Ela’nın durumu belli olunca gözler evde sürekli öpüşüp sarılarak tükürük alışverişinde bulundukları Ayça’cıka yöneldi. Cuma ve takipeden günlerde durmadan hastalığın ilk safhası baş ağrısı durumunu sorup durdum. Neyse ki Ayça’nın bünyesi kızıla pek itibar etmemiş!

Haftasonumuzu milim boş kalmadan uçuca aktivitelerle doldurmuştum, ama sen ne planlarsan planla sonuçta yaşadığın bu plandan çooook farklı olabiliyor. Bizimki de öyle oldu.

Cumartesi sabahı eski iş yerimden bir grup arkadaşla çocukları kaynaştırma ve durum güncellemesi başlıkları altında bir “kısır şenliği” planlamıştık. Bu buluşmada kısır çok önemliydi.  Çünkü bu grup ilki 2006’da olmak üzere  muhtelif defalar topluca kısır yemeye niyetleniyor, fakat bir türlü başarılı olamıyorduk. Bu sefer çok yaklaşmıştık, ancak olay bensiz gerçekleşmek zorunda kaldı!

Zaten kısır konusunda kısır olan benim! Anlatayım. 2006 yılının eylülünde o zaman çalıştığım şirketimizde yeni bir yapılanmaya gidilmiş ve bir kısım arkadaşımız aramızdan ayrılmak zorunda kalmıştı. Pazarlama bölüm şefimiz de ayrılacaklardan biriydi. Şirkette adetti, her gidene bir bölüm yemeği yapılır,  bir hediye ile uğurlanırdı. Bölüm şefimiz böyle şaşalı bir uğurlanma istemediğini söyledi. Çok yakın bir dönemde babasını da kaybetmişti zaten. Dolayısıyla bölümden çok sevdiği kişilerle, işe çok yakın olduğu için bizim evde ve çok sevdiği için de kısır eşliğinde sıcak bir uğurlama yapalım dedik. Eğer şirkette bir organizasyon yapılırsa o da ekstra olacaktı.

Hem ev sahibi olmamdan ötürü, hem de böyle organizasyonları gözü kapalı yapabildiğimden milleti toparlama işi bana düştü. Neyse o şunu dedi, bu bunu dedi, sonunda olay evde kısır‘dan, dışarıda yemeğe dönüştü.

Bir akşam bir cafede buluştuk, aklımızca arkadaşımıza veda ettik.

Ertesi sabah 10 dakika kadar gecikerek işe geldiğimde bölüm sekreteri müdürümüzün odasında beni beklediğini söyledi.  Ben gecikmeme laf etmesini beklerken, çoook farklı bir konudan azar işittim.Suç iddiası şöyle : Şirkette planlı ve örgütlü bir şekilde kısır çetesi oluşturma, bölüm içinde hizipçilik yapma, bölüm müdürünü hiçe sayarak derin pazarlama kurma, yazılı olarak örgüte eleman toplama(buluşmayı email yoluyla organize ettim de)…

Size yakın tarihimizden bir şeyleri hatırlattı mı? Hani ortada suç yok, delil yok, ama içerdeler?

2 saat kadar süren duruşmada şok olmuş bir şekilde, boğazım düğüm, gözlerim yaşlı suçlamaları dinledim. Müdürümüz baktı ben pek salak görünüyorum, bu bunu tek başına yapmış olamaz dedi herhalde. 2 kişi daha aldı odaya, o günkü buluşmada aramızda olan. Onlar da safçık çıkınca, 2 kişi daha… Kala kala odaya almadığı 3 kişi kaldı!

O azara çağrılmayan 3ün1‘i  hafta sonu müdürümüzleymiş, doldurmuş da doldurmuş. Kendisi alkış toplayabilmek için “müdürümüz efendimiz sizin arkanızdan iş çeviriyolla-sizi hiçe sayıyolla, bölümü bölmeye çalışıyolla” diye anlatmış bir sürü martaval. Yahu, madem yaptığımız öyle bölücü bir buluşmaydı, şöminenin yakınına çöküp, niye kikir kikir kikirdedin durdun gece boyunca?

Bu benim kişisel iş yaşamı tarihimde müdürümden işittiğim ilk ve tek azardır! Bana ne mi öğretti?

Hiç bir şey.

Tüm bu azarın doğuş sebebi kısır’ı hala çok seviyorum.

Halen organizasyon işine bol bol soyunuyorum.

O 3ün1‘i arkadaşa da tek laf etmedim konuyla ilgili. O da olaydan sonra yaltaklandı durdu çevremde. Anlaşılan kabağın benim değil başkasının başına patlamasını bekliyormuş, ben kim vurduya gitmişim.

Cumartesi eski sanıklardan 3-4 kişi buluşacaktık ve yiyemediğimiz kısırı yiyecektik! Ama olmadı. İlahi adalet vurdu tepeme,” sen evde otur, kısır çetesi kurmak yok” dedi.

Biliyorum kızıldan girdim, kısırdan çıktım… Dudak bükmeyin, alakasız görünüyorlar ama aralarında 3 benzerlik var. Bulabildiniz mi?

Kısır demişken, sonraki yazıda size kendi icadım pekmezli kısır tarifi vereyim. Parmaklarınızı yiyeceksiniz!

Kıvırma Yazısı


Bugün kafamda zaten bu yazıyı yazmak vardı. Ama Burcu‘nun “ya komşunuz okuyorsa“, Hande’nin “kendine de komşuya da şans ver” yorumlarından annemin de kırık dökük mesajından sonra yazmak kaçınılmaz oldu.

Komşumuz, olur da bir gün bu satırları okursa, bence alınacağı hiçbirşey olmamalı. Çünkü dünkü yazı benim yabaniliğim üzerine bir yazıydı. Bu tip istemeye istemeye yaptığım şeylerin, gittiğim yerlerin nasıl da güzel sonuçlanabileceğini pekala biliyorum. Üstelik komşumuz çiftin bizim kalemimiz olduğunu, çok iyi anlaşacağımızı da görebiliyorum. Ama tüm bunlar benim böyle bir buluşmaya ayak dirememe, yabanilik yapmama engel değil.

Annemin dediği gibi, aslında “komşu komşunun külüne muhtaç”. Okumaya devam et

Yaban Gülü


Biliyorum gözünüz yollarda kaldı, niye yazmıyor bu kadın dediniz, ay acaba gülecek bir şey mi bulamadı diye meraklandınız… Endişeye gerek yok. Keyfim yerinde şükür, sadece… fırsat olmadı.

Daha önce bahsetmiş miydim? 2 kat altımızda bir oğlu, bir kızı olan bir çift oturuyor. Geçen sene, nasıl başladıysa, aramızda sessiz bir anlaşma başladı. Birbirimizi sadece telefondan ve asansör karşılaşmalarından tanımamıza rağmen; bazen bizim kızlar onlara gittiler, bazen de onların çocukları bize geldiler. Son zamanlarda ise çocuklar işi iyice abarttılar, cuma akşamından başlayarak sadece yatmak için herkes kendi evine dönmek koşuluyla tripleks bir ev misali kah onlarda, kah bizde kelimenin tam anlamıyla kudurdular!

Bana kalsa bu şekilde mutlu mesut giderdim.

Ama komşumuz dayanamadı. Okumaya devam et

Sevmek Dokunmaktır


Yani benim için. Bir de koklamak. Sonra da şap diye öpmek.

Dünkü listeye de yazmıştım.

Bu yaz bir gün eve dönerken kocamın ortağıyla karşılaştım. Bana karısına doğumgünü hediyesi için fikir sordu. Ben de iki yanağını sıkıştırıp “ay karısına da hediye alırmış” dedim. Bu tavrımı ne o, ne de yanımızda Ayça’yı araba koltuğuna bağlamakta olan kocam yadırgadı.

Sonra arabaya binince düşündüm; koca kadın (her ne kadar kendimi öyle görmesem de) 39’unda, 2 çocuklu adamın yanaklarını sokak ortasında mıncıklıyorum! Okumaya devam et

Filmekimi- 10 yıl önce


Ahh ah ne günlerdi. Devlet tiyatroları, şehir tiyatroları, festival filmleri, kısa filmler, operalar, müzikalle, konserler… bulduğumuz her etkinliğe katılacak zamanımız ve enerjimiz vardı.

İstanbul film festivalinde yaşadığımız bir iki fiyasko sonrası film seçiminde de gayet ustalaşmıştım. Derken tam 10 yıl önce Filmekimi diye bir film festivali daha oldu İstanbul’un! İlk sene olmasının da verdiği heyecanla ben hemen bir kaç filme bilet aldım.

10 yıl öncesinin Eylül ayında Ayto ile ilişkimiz başka bir boyuta geçmiş, Ekim ayında da bir oldu bittiyle beni annesi ile tanıştırmak istediğini söylemişti. E ama ben Filmekimine bilet aldım! Okumaya devam et

Bit pazarına nur yağsa…


Geçen cumartesi okulumuzda üçüncüsünü gerçekleştirdiğimiz bir ikinci el pazarı yaptık. Amaç velilerimizin ortak bir aktivitede kaynaşmasını sağlamak, çocuk-anne/baba paylaşımına yönelik hoş saatler yaşamak ve tabi evlerdeki kitap ve oyuncak yığınlarından, ihtiyacı olanlara vererek, kurtulmak! Okumaya devam et