Ben bu sanal günlüğe niye başladım?
Çünkü yazmak, günlük olayların beni güldüren yönlerini anlatmak, hoşuma gidiyor.
Bunu aslında internetin olmadığı dönemde kağıt-kalemle birebir olarak yapmışlığım da bol. 2 koca kutu mektubu hala saklıyorum. Tabi bendekiler bana gelen mektuplar. Keşke kendiminkilerden de birer kopya tutsaydım…Gerçi bir kısmının var. İzlen’e bir gezideyken yazdıklarımı-ki gün gün yazmışım detaylıca- okudum geçenlerde ne komik, ne keyifli!Ay biliyorum el yazım korkunç. Git gide de kötüleşti. Üniversitede kimse benden ders notu almazdı, o derece yani! Geçen Ela’ya bir şey yazacağım “Ver ver ben yazayım. Seninkini okuyamıyorum” diye elimden çekti. Sonra da “Anne senin yazın niye bu kadar kötü?” diye sordu. Ben de “küçük motor becerilerim zayıf kalmış kızım” dedim. Ne anladıysa güldü. Tabi benim zamanımda küçük motor becerimiz gelişsin diye boncuk dizdirme, hamur yoğurtma gibi faaliyetler mi vardı?
Sonra internet denilen meret 1995 gibi hayatımıza girince, benim arkadaşlarımla sanal yazışmalarım başlamış. Bir kısmını çıktı olarak, bir kısmını da bilgisayarda saklamışım.
Arşivci bir kişiyim vesselam… Bu özelliğim Hamdi Dedem’den. Onun da yazısı pek çirkinmiş. Bunu kendisi de bildiğinden, fotoğrafların arkasını bile Remington daktilosuyla yazardı.
Bazıları bizim gibilere arşivci yerine çöpçü diyorlar!
**
Bakıyorum da yazış şeklim o zaman da pek farklı değilmiş.
Velhasıl burada yaptığım aslında, o zamanlar birebir yaptığımı toplu bir mektuba dönüştürmek!
Adımı sanımı, çocuklarımın adını, kocamı, işimi açıkça yazdım bir de. Bu doğru mudur bilmiyorum? Bazı blogcular takma isim kullanıyorlar ya.
Tüm bunları düşünme sebebim, Ahmet Çavdar’ın geçen gün yazdıkları.
Ahmet, beni sessiz sedasız, efendice takip eden blogculardan biri. Ben de “kimmiş bu beni takip eden arkadaş?” diyerek yazılarını okumaya başladım. Bu üniversitenin ilk yıllarındaki namazında niyazında gençle sanırım bu sanal alem olmasa yollarımız hiçbir şekilde kesişmezdi. Ben de onun dünyasındaki duyguları hiç öğrenemezdim. Çünkü sağımdaki solumdaki herkes aynı.
Aynı sosyokültürel seviyeden, benzer eğitimler almış, benzer düşünceleri olan, benzer zevklere, hobilere sahip, benzer yaşlarda, benzer insanlar…
Bu kötüdür demiyorum. Tabi ki benzer benzeri bulacak. Ama insan bir süre sonra dünyayı öyle bir yer zannediyor. Dediğim o.
Neyse Ahmet demiş ki: “Blogumda kendimi bu kadar deşifre etmeseydim, şimdi açardım ağzımı yumardım gözümü. Aslında blog açarken düşünmüştüm bunu. Gerçek hayattan hiçbir arkadaşım bilmeyecekti, o zaman özel bir günlük gibi olurdu burası. Ben de çıktım mal gibi yazdım, ismimi soyismimi. Okuluma kadar yazdım. Sanki dilekçe yazıyoz, ulan altı üstü bi blogcusun sen. Ne gerek var bu kadar resmiyete. Okuldan arkadaşların öğrendi de ne oldu. Bi yere kadar iyi idare ettim, günlük yazıyorum diye. Sonra birkaç kişiye verince blog adresimi yayıldı gitti.”
Yan yan güldüm bu satırları okurken. Ama düşündüm de. E ben de ismimi cismimi yazdım.
Dolayısıyla bende de benzeri durumlar olmuyor değil. Tam bir şey anlatmaya kalkıyorum, hiç ummadığım birinden “haa evet şöyle şöyle olmuştu di mi?” diye cevap geliyor!
Sonra aklıma bu işin eskilerinden Tuğba’nın 5 yıllık defneyleyasamak.com serüvenine noktayı koyuşu geldi. Bir okuru isim cisim yazmanın güvenlik açısından tehlikeli olduğunu söylemiş, kişinin hayatının herkese ifşa olmasının otosansür gerektirdiği yorumunu yapmıştı. Tuğba da: “Sansür yorar tabi. Bir yanım benim de takıktı bu mevzuya tabi. Kayınvalidemin gün arkadaşları arasında blogdan bahsediliyor olması, ya da eşimin hiç tanımadığım uzaktan bir akrabasının Defneyi ve bizim evimizi biliyor oluşu yorucu. Ama bir yerden sonra bakmıyor insan onlara. Sen yine de yaz. İster defter olsun, ister blog. İnan, sonra okuyunca çok etkileneceksin…. Sevgiler…”
Sanki burada elveda diyecekmişim gibi oldu.
Bir yere gittiğim yok.
Hatta belki daha yeni başlıyoruz. Hayatım bu aralar pek hareketli. Daha onları anlatacağım.
Bu böyle bir düşünceler silsilesi yazısı olsun. Aklımdan geçenler aklımda kalmasın yani. Nazım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey be Kardeşim’ini okudunuz mu? (Okuyun) Orada Nazım ve sevgilisi bir oyun oynarlar, düşünce yakalama oyunu. (Aklından o anda ne geçiyorsa onu söylersin, sonra da onun çağrıştırdığı düşünceyi: mesela “klavye/ aralardaki tozlar/o tozları toplamak için olan hamurumsu jöle/ jöle demişken acaba evde tatlı var mı…vb)
Bu yazı da öyle oldu, kopuk kopuk uç uca eklenmiş düşünceler.
Ne çok şey söyledim. Ve aslında HİÇ birşey söylemedim di mi?